Travmalar Eşliğinde Ulus İnşası-Keşmir Sorununda Çözümsüzlüğün Arka Planı

30 Mayıs 2025
17 dk okuma süresi
Travmalar Eşliğinde Ulus İnşası-Keşmir Sorununda Çözümsüzlüğün Arka Planı

Güney Asya’nın iki baskın gücü olan Hindistan ve Pakistan 1947’de bağımsızlıklarını kazandıktan bu yana Keşmir konusunda büyük bir anlaşmazlık içerisindedir. Gerek uzun süredir hallolmayışı gerekse giderek daha karmaşıklaşması ve çözümünün zorlaşması nedeniyle birçok akademisyen Keşmir’i Filistin sorunuyla karşılaştırmaktadır. 

Hindistan’ın bölünmesi örneğinde bu travmatik olayların iki ulusun kimliğini nasıl şekillendirdiği ve sonraki nesillere nasıl aktarıldığı, Hindistan-Pakistan arasında kanayan bir sorun olmaya devam eden Keşmir sorununun neden çözüme kavuşturulamadığıyla doğrudan ilgilidir. İki ülke arasında kalıcı bir barışın tesisi kimliklerinin dost-düşman kalıplarını yıkacak biçimde yeniden tanımlanmasına ihtiyaç duymaktadır.. Buna giden yolda Hindularla Müslümanlar arasında tırmanan şiddetin doğru şekilde muhasebesinin yapılması ve bunun hangi koşullarda ortaya çıktığının açık bir biçimde ortaya konması gerekmektedir. 

İngiliz Sömürgeciliğinin Rolü 

Sorunun ortaya çıkışında alt kıtadaki İngiliz sömürgeciliğinin önemli bir payı bulunmaktadır. Yüzyıllardır yan yana yaşayan ve aralarındaki farklılıklar ve itilaflar yanında işbirliği ve dostluklar da bulunan Hinduların ve Müslümanların birleşerek sömürge otoritelerine direnme ihtimalleri, İngiliz sömürge yönetimi için ciddi bir tehdit unsuru teşkil etmiştir. Bunu önlemenin en kolay yolu ise aralarında var olan ayrılıkları kasıtlı olarak daha da kötüleştirmekten yani kısaca böl ve yönet politikalarından geçiyordu. Lord Elphinstone’un “Divide et impera eski bir Roma özdeyişidir, şimdiyse bizim olacak” sözleri bu türden bir politikanın hayata geçirilmesi konusunda İngilizlerin kararlılığını ortaya koymaktadır. 

İngiliz idaresinde, Hindu ve Müslüman toplumları arasında ayrı kimlikleri teşvik eden politikalar sistematik bir şekilde yürütülmüştür. Siyasi temsil dini kategorilerle ilişkilendirildikten sonra, çeşitli örgütler ve siyasi partiler, yeni oluşturulan topluluk makamlarına seçilmelerini desteklemek için seçim bölgeleri oluşturmaya başlamıştır. İngiltere, Hindistan’da yerli halkın yönetimi devralmasını teşvik etmeye yönelik adımlarında da hiçbir zaman ciddi olmamıştır.  

İngilizlerin Alt Kıtayı Terk Edişi 

İkinci. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım, savaş sonrasında İngiltere’nin istikrarsız ekonomik koşulları ve nihayet Amerika Birleşik Devletleri’nin baskısı, onu alt kıtayı süratle terk etmekonusunda zorlamıştır. . İngilizler Hindistan’dan çıkışı yegâne seçenek olarak görmeye başladıklarında kafalarını kurcalayan asıl mesele arkalarında ne bırakacakları olmuştur: Bütünlüğünü muhafaza eden bir Hindistan mı yoksa iki ya da daha fazla parçaya bölünmüş bir alt kıta mı? Her ne kadar Müslüman çoğunluklu bir Pakistan, Hindu çoğunluklu bir Hindistan ve Sih çoğunluklu bir Halistan gibi farklı milliyetçilik akımları yerel siyasete girdiyse de İngilizler olması gerekeniniki ülke olduğuna karar verecektir. 

Hindistan ve Pakistan’ın Ortaya Çıkışı 

Mart 1947’de, Lord Louis Mountbatten Birleşik Krallık’ın son valisi olarak Delhi’ye vardığında görevi, iktidarı halka devretmek ve İngilizleri Hindistan’dan mümkün olduğunca çabuk çıkarmaktı. Eğer hızlı hareket edilmezse, İngiltere’nin “bir iç savaşa hakemlik” yapma durumunda kalmasından endişe ediliyordu. Mountbatten, tüm tarafları eldeki tek seçenek olduğu savunulan bölünmeyi kabul etmeye ikna etmekle görevlendirilmişti. Aslında taraflardan hiçbiri Mountbatten’in onları zorladığı uzlaşmadan hoşnut değildi. Yeni bir ülke yaratmayı başaran Muhammed Ali Cinnah da kendisine sunulan budanmış devletten rahatsızlık duyuyordu. 

Haziran ayının başlarında Mountbatten, iktidarın devrinin 15 Ağustos 1947’de yani beklenenden on ay önce gerçekleşeceğini ilan ederek herkesi hayrete düşürmüştür. Bazı yazarlar, Mountbatten’in birbirlerine karşıt pozisyonlar alan tarafları şok edip mezhepsel bir uçuruma doğru hızla gittiklerini fark ettirmek istemiş olabileceğini ileri sürülmektedir. Ancak eğer bu acelenin somut bir sonucundan bahsedilecekse o da kaosu şiddetlendirmiş olmasıdır.  

İngilizler söz konusu iki yeni devletin sınırlarını çizme görevini, daha önce Hindistan’ı hiç ziyaret etmemiş ve toprak ve siyasi tartışmalara aşina olmayan Sir Cyril Radcliffe’e vermiştir. Güney Asya’nın haritasını yeniden çizmesi için Cyril Radcliffe’in sadece kırk günü vardı.  

Şiddeti Kamçılayan Belirsizlik Ortamı 

Haziran ayının başlarında Mountbatten, 15 Ağustos 1947’yi iktidarın devri için beklenenden on ay önce ilan ederek süreci daha da hızlandırmıştır. Bu kadar kısa süre,  gerekli coğrafi araştırmalar ve diğer bilgi toplama işlemleri, sınırları işaretleyerek sabitleme, yeni sınırların kamuya duyurulması ve nüfus transferlerinde gerekli hazırlıkları gerçekleştirmek için yeterli değildir. İngiltere kendi siyasi hedeflerine ulaşmak için acele ederken, nihai parçalanmadan önce bölgesel bölünmeyi tamamlamama yolunu tutmuştur. Alt kıtanın paylaşılacak topraklarında yaşayan insanlar içinse bu, 15 veya 16 Ağustos 1947’de hangi ülkede olacaklarını kestirememek anlamına geliyordu.  

İki devlete ait sınırlar Hindistan’ın bağımsızlığından iki gün sonra açıklanmıştır. Mountbatten’in Radcliffe Hattını duyurmakta gecikmesi, Hindistan ve Pakistan’ın devlet olarak ortaya çıkmalarından sonraki ilk iki gün aralarındaki sınırın belli olmadığı anlamına geliyordu.  

Özgürlüğe Eşlik eden Şiddet 

Hindistan ile Pakistan arasında yıllardan beri süregelen düşmanca ilişkinin nedenlerini anlamak ve yapıcı çözümler ortaya koyabilmek için Hindistan’ın bölünmesi sırasında yaşananları doğru değerlendirmek gerekmektedir. İngilizler sömürgeleştirdikleri Hindistan’ı üç yüz yıl sonra terk ederken, alt kıta 1947 yılının Ağustos ayında Hindu çoğunlukta Hindistan ile Müslüman çoğunlukta Pakistan olarak iki bağımsız ulus devlete ayrılmıştır. Bölünme sürecinde, bin yıldan daha fazla zamandır bir arada yaşayan topluluklar birbirlerine saldırarak korkunç katliamlar gerçekleştirmişler ve insanlık tarihinin en büyük göçlerinden biri yaşanmıştır. 1948’de büyük göç sona  erdiğinde, on beş milyondan fazla insan yerlerinden edilmiş ve bir ila iki milyon arasında insan ölmüştür. 

Bölünmede çoğunluk prensibi uygulanmıştır Buna göre bölgelerin nereye ait olacağına orada yaşayan dini çoğunluk esas alınarak karar verilecekti. . Yani Müslüman çoğunluğun yaşadığı bölgeler Pakistan’a, Hindu ve diğer dinlerin çoğunlukta olduğu bölgeler ise Hindistan’a bırakılacaktı. Ayrıca Pencap ve Bengal gibi eyaletler nüfusun yoğunluğuna göre ikiye bölünecekti. Çoğunluk prensibi etnik, kültürel ve ekonomik bağları göz ardı etmesi ve de birçok bölgenin nüfusunun aslen karma olması nedeniyle sorunluydu. Belirgin bir dini çoğunluğa sahip olmayan yerlerde ise etnik katliamlar yoluyla çoğunluk elde edilmeye çalışılacaktı.  

Şiddetin Yayılması 

Belirsizliğin had safhada olduğu ve insanların yaşamlarını yitirme endişesi içinde bulundukları durumlar karşı gruba yönelik şiddetin kabulünü kolaylaştırır. Yaşamlarının tehdit edildiğini hisseden kitlelerde, “karşımdakini daha önce ben öldüreyim yoksa o beni öldürecek” şeklinde bir mantıkla şiddette öne geçme isteği hâkim olur.  Belirsizlik karşısında etnik seferberlik başarılıdır çünkü etnik ayrımların önemli bir işlevi de kaos zamanlarında yaşanan belirsizliği azaltmaktır. Kuşkusuz bu süreçte şiddetin etnik hatlar üzerinden uygulandığına dair bir algının yaratılması kadar toplumu yönlendiren karar alıcıların söylem ve tutumları, şiddeti durdurma niyet ve kapasiteleri de önem kazanmaktadır. 

1947 Ağustos’una dönecek olursak, verilen talimatlara göre, İngiliz ordusunun kendi insanlarının hayatlarını kurtarmak için acil durumlar dışında hiçbir operasyonel işlevi yoktu. Düzeni sağlayacak, kendilerini koruyacak güçlerden mahrum olan halk dehşet içeresindeydi. Yerel silahlı kuvvetlerde ise kargaşa hâkimdi ve silahlı kuvvetler mensuplarının da radikalleşmesi nedeniyle şiddet, kontrolden çıkarak katliamlara yol açtı. 

14 Ağustos 1947 akşamı, Hindistan Kurucu Meclisi’nde konuşan Nehru “Gece yarısı saatinin vuruşunda, dünya uyurken, Hindistan hayata ve özgürlüğe uyanacak” diyordu demesine ancak Yeni Delhi’nin iyi korunan yerleşim bölgelerinin dışındaki çevrede büyük bir dehşet hâkimdi. Nitekim aynı akşam, Lahor’da kalan İngiliz yetkililer tren istasyonuna doğru yola çıktıklarında, cesetlerle dolu sokaklardan geçmek zorunda kaldılar. Platformlarda, demiryolu personelini kan havuzları içinde buldular. Bunu, özellikle şiddetin ana merkezi olan Pencap’ta, yirminci yüzyılın en büyük insanlık trajedilerinden biri izledi. Hindular, Müslümanlar ve Sihlerin de dahil olduğu Pencap, Bengal, Jammu ve Bihar gibi bölgelerde katliamlar gerçekleşti. Bunların en dikkat çekicileri (20.000-100.000 Müslümanın öldürüldüğü) Jammu katliamları, (2.000-7.000 Hindu ve Sihin öldürüldüğü) Rawalpindi katliamları ve (3.000 Müslüman mültecinin öldürüldüğü) Amritsar tren katliamıdır.  

Kanun ve düzenin bariz çöküşü, günlük yaşamda paranoya ve korku yaratmıştı. Bu ortamda yerel liderler tarafından yönlendirilen ve somut kişisel kazanımlar beklentisiyle hareket eden gençlerin silahlı güçler oluşturduğu görülmektedir. Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS) ve Müslüman Birliği Ulusal Muhafızları gibi gruplar organize saldırılarda rol aldı. Kuşkusuz yıllardır din veya etnik kökenle ilişkilendirilen ekonomik eşitsizliklerin ve siyasi temsillerindeki farklılıkların kitlelerde yarattığı öfkenin de bunda rolü büyüktü. 

Seçilmiş Travma ve Seçilmiş Zafer  

Vamik Volkan, etnik, ulusal veya dini anlamda kolektif kimliklerin inşasında nesiller boyunca aktarılan “seçilmiş zaferlerin” ve “seçilmiş travmaların” önemine işaret etmektedir.  Seçilmiş zaferler seçici bir şekilde hatırlanan başarılı tarihsel olay veya kahramanlık anlatılarını ifade ederken seçilmiş travmalar geçmiş tarihte yaşanan büyük acılara işaret etmektedir. Zafer ve travmaların canlı tutulması büyük grubun kimlik duygusunu güçlendirmek ve dayanışmasını arttırmak işlevini üstlenmektedir. Ancak sürekli canlı tutulan seçilmiş travmalar çatışma dinamiklerini körüklemekte ve özellikle kriz anlarında düşmanlığı ve saldırganlığı meşrulaştırıcı bir nitelik kazanmaktadır.  

Mağdur grupların acı ve kayıplarıyla başa çıktıkları psikolojik süreçler içine girmeleri ve olaylardaki kendi rolleri de dahil olmak üzere kayıplarının gerçekliğiyle yüzleşmeleri (Volkan’ın deyimiyle yasın tutulması) düşman addedilen grup ya da ulus ile daha sağlıklı ilişkiler kurarak barışabilmelerinin de yolunu açabilecektir.  Ne var ki çatışmadan beslenen siyasi ve toplumsal güçlerin itirazları nedeniyle bu süreçlere girilmesi hiç de kolay değildir. 

Üstelik Hindistan-Pakistan örneğinin ayırıcı özelliği, “seçilmiş zafer” coşkusunun “seçilmiş travmanın” acısıyla karışmasıdır. Bağımsızlık kutlamalarıyla toplu katliamların eş anlı yaşanması, tarafların karşılıklı olarak bu tarih kesitinin muhasebesini yapmalarını ve bunun sonucunda geçmişin acılarının yasını tutarak ortak geleceğe yoğunlaşmalarını önlemektedir.  

Bölünmenin yaraları ve acı hatıraları her iki tarafı da ötekinin temelde güvenilmez ve kötü niyetli olduğu yargısıyla baş başa bırakmıştır. Katliamlar sonucu yaşanan travmaların büyüklüğü, yapılanların hiçbir şekilde kabul edilebilir ve meşrulaştırılabilir olmayışı ve benzer saldırıların gelecekte de olabileceği korkusu, Keşmir sorunun müzakere, arabuluculuk ve güven arttırıcı önlemler yoluyla çözmek için gösterilen diplomatik çabaların önünü kesen bir arka plana dönüşmüş, onları başarısız kılmıştır. Hindistan-Pakistan ilişkileri bağlamında hakikatleri ortaya koymaya ve taraflar arasında uzlaşma elde etmeye yönelik çabalar, hangi grubun diğerinden daha mağdur olduğu konusunda adeta bir yarışmaya dönüşmüştür. Bugün ise Hindistan’da Modi iktidarında travmaların siyasal işlevler edindiği bir süreç yaşanmaktadır. 

Bölünme, diğer birçok örnekte de görüldüğü gibi altta yatan etnik rekabeti ortadan kaldırmamıştır. Hindistan’ın bölünmesi, Müslümanlarla Hindular arasındaki husumeti devletlerarası boyutlara taşımış ve savaşlara giden yolu açmıştır. İki devlet arasında yaşanan savaşlar, taraflar arasında var olan derin güvensizliği ve düşmanca algıları daha da perçinlemekte ve ilişkileri çıkmaza sokmaktadır. Öte yandan, çatışmanın dış boyuta taşınmış olması sorunların ülke içerisinde ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Güncel tahminlere göre 1.43 ila 1.46 milyar insanın yaşadığı ileri sürülen Hindistan’da, 2025 itibarıyla 200 ila 234 milyon arasında bir Müslüman nüfusun varlığından söz edilmektedir. Bugün Modi iktidarında Müslüman nüfus üzerinde yoğun baskılar ve eşitsizlikçi uygulamalar giderek yoğunlaşmaktadır. 

Özür ve Geçmişi Geride Bırakarak Geleceğe Bakma Çabası 

Yaratılan vahşetin fail tarafından kabulü ve mağdurlardan dilenecek özür barışın inşası yolunda çok önemli bir adımdır. Zira Joseph V. Montville’e göre saldırganların, mağdurlara verdikleri acıları kabul etmeyi reddetmesi ve dolayısıyla ve pişmanlık duymaması, mağdurlarda ezici bir adaletsizlik duygusu ve intikam alma isteği yaratmaktadır. Ne var ki Güney Afrika’daki “Gerçek ve Uzlaşma Komiteleri” bir taraftan pratikte bu sürecin nasıl uygulanacağına dair önemli bir örnek sunarken aynı zamanda kolaylıkla üstesinden gelinemeyen zorlukları da ortaya koymaktadır. Ayrıca kuşkusuz her bir örnekte diğerleriyle kıyaslanabilir özelliklerin yanı sıra onu diğerlerinden ayıran ve bu nedenle de travmanın hangi koşullarda ve nasıl yaşandığına dair dikkatle analiz edilmesi elzem unsurlar da bulunmaktadır.  

Çatışma çözümü yazınına bakıldığında, travmaların aşılmasında önemli bir faktör olduğu düşünülen “özür dileme” konusunda çokça eser bulunmaktadır ancak ne yazık ki dış aktörlerin rolleri konusu genellikle arka plana atılmaktadır. Oysa uluslararası arenada çözümü hayli güç gözüken birçok sorunun üstesinden gelinmesi için yaşanan tarihin muhasebesinin doğru bir şekilde yapılması ve tüm sorumlu tarafları içeren bir diyalogun başlatılması gerekmektedir. 

Bu bağlamda Hindistan ile Pakistan arasında kalıcı barışı yeniden tesis etmek için sadece bu trajedinin her iki tarafta yarattığı psiko-sosyal etkilerinin üzerinde durmak yeterli değildir. Bu trajedinin yaşanmasında İngilizlerin oynadığı rolün de değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü İngiltere Hindu-Müslüman rekabetine katkıda bulunmanın da ötesinde Hindistan’ın bölünmesi sürecinde bir an önce ve en az maliyetle alt kıtayı terk etmek amacıyla kitlelerin birbirlerini katletmelerinin de yolunu açan bir ortam yaratmıştır. 

  Asya’da Komünal Uyum Derneği’nin (Asian Communal Healing Association: ACHA) “İğrenç Suçlar için Özür Kampanyası” 

1993 yılında ABD’de kurulan Asya’da Komünal Uyum Derneği (ACHA), 1947 Hindu-Müslüman isyanlarının kurbanlarıyla ve hayatta kalanlarıyla empati kurma ve onlardan özür dileme kampanyasını başlatmıştır. Derneğin önde gelen üyeleri Hintliler, Pakistanlılar ve Bangladeşlilerdir. 

Kampanya Deklarasyonunda şunlar söylenmektedir: 

Biz, Asya’daki Cemaat Uyum Derneği üyeleri, 1947’deki büyük insani bölünmeyi gölgeleyen çılgın şiddet ve yıldırma cümbüşünü ayrım gözetmeksizin hep birlikte kınama zamanının geldiğine inanıyoruz. 

Dinin ve komünalizmin siyasi kullanımından kaçınmayı taahhüt ediyoruz. 

İstiklal Günlerimizin 60. yıl dönümünde, bu trajedilerin unutulmaması ve tekrarlanmaması için tarihimizin o karanlık sayfasını anıyoruz. 

Atalarımızın, sömürgeci İngiliz yönetiminin ve ardıl hükümetlerin bu trajediyi önlemede, failleri cezalandırmada ve/veya sizden ve ailelerinizden özür dilemekte başarısız oldukları için üzgünüz. Güney Asya halkı arasındaki uyum ve iyi niyet ruhuyla ve yeni bir Güney Asya bugünü ve geleceği inşa etmeye yardımcı olmak için, sizin için birlikte yas tutuyoruz. Size ve ailelerinize en derin taziyelerimizi ve en ciddi pişmanlıklarımızı sunuyoruz. 

Üzgünüz! 

İngiltereden Beklenen Özür 

İngiltere’nin Hindistan’ın 1947’deki bölünmesi sırasında yaşanan şiddet olayları için resmi olarak bir özür dilemesi Hindistan ve Pakistan arasındaki barış ve uzlaşma arayışını destekleyecektir ancak bu gerçekleşmemiştir. Bazı sembolik adımlar ve bireysel siyasetçilerin açıklamaları mevcut olsa da bunlar 1947’den önceki dönemlerde Hindistan’da yaşanan trajedilerle ilgilidir. Örneğin, 1919’da Amritsar’da İngiliz askerlerinin silahsız halka ateş açması sonucu yüzlerce sivilin ölümüyle ilgili olarak 2019’da Başbakan Theresa May, olayı “utanç verici bir yara” olarak nitelendirmiş, resmi özür dilememiştir. 2121’de Başbakan Boris Johnson da Parlamento’da “derin üzüntü” ifade etmiş lakin özür kelimesini kullanmamıştır. Churchill hükümetinin politikaları nedeniyle 1943’de yaşanan ve 3 milyon kişinin ölümüne sebep olduğu ileri sürülen kıtlıkla ilgili olarak 2021’de İngiltere Dışişleri Bakanı Dominic Raab, “tarihi olaylar için özür dilemeyeceğiz” açıklamasını yaparken 2023’te Hindistan kökenli İngiliz Başbakan Rishi Sunak “tarihi olayları yeniden yargılamayacağız” demiştir. 

Akademik ve sivil çevrelerde sömürge mirasının eleştirisi sürmektedir. Örneğin 2023’te Manchester Üniversitesi sömürge dönemiyle ilgili heykelleri kaldırmıştır.   

Her ne kadar Hindistan ile Pakistan arasındaki ilişkide uluslararası ilişkiler gündemini yaraları tazelemeye devam eden savaşlar, Keşmir sorunu ve terörizm işgal etse de bölünme ve ona eşlik eden aşırı travmatik şiddetin yarattığı psikolojik duvar iki ülke arasında halen aşılması en büyük engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu duvarı aşmak için geçmişe dönmek gerekmektedir. Yaraları yeniden açmak için değil, onları temizlemek için. 

S. Gülden Ayman
S. Gülden Ayman

Prof. Dr. S. Gülden Ayman İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir. İlgi alanları arasında siyasi, askeri ve psikolojik yönleriyle uluslararası güvenlik, bölgesel sorunlar ve radikalleşme yer almaktadır. Güncel çalışmaları Pakistan, Hindistan ve Afganistan’a odaklanmaktadır. Dış politika ve uluslararası güvenlik konularında kapsamlı yazıları bulunmaktadır. Yayınları arasında “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Konvansiyonel Silahlı Kuvvetlerin Kontrolü”, “Neo-Realist Perspektiften Yunan Dış Politikası”, “İyi Komşuluk Formülü”, “Mekan, Kimlik, Güç ve Dış Politika” (Türkçe); “Irak’ta Çıkmaz: Türkiye İçin Temel Parametreler” (Türkçe); ve ”Kyoto Protokolü, Avrupa Birliği ve Türk İş Dünyası (Türkçe). NATO SPS Programı İleri Araştırma Atölyesi Ödülü (2006), Fulbright Ege Girişimi Ödülü, Yale Üniversitesi BM Çalışmaları Ödülü (2003), Ortadoğu Araştırma Yarışması” ve Ford Vakfı desteği (1999) almıştır.

Bu yazıya atıf için: S. Gülden Ayman, "Travmalar Eşliğinde Ulus İnşası-Keşmir Sorununda Çözümsüzlüğün Arka Planı" Global Panorama, Çevrimiçi Yayın, 30 Mayıs 2025, https://www.globalpanorama.org/2025/05/travmalar-esliginde-ulus-insasi-kesmir-sorununda-cozumsuzlugun-arka-plani/

Bülten Aboneliği

Sosyal Medyada Paylaşın

PDF Kaydedin / Çıktı Alın

İlgili İçerikler

Editörün Seçtikleri

Copyright @ 2025 Global Academy. Design & Development brain.work

Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına / yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.