Haziran 2025’te İsrail ile İran arasında yükselen çatışma, yalnızca Orta Doğu’da değil, küresel güvenlik dengelerinde de ciddi kırılmalara neden oldu. Bu gelişmeleri, ani bir askeri hesaplaşmadan çok, İsrail’in uzun soluklu bölgesel aktör olarak yükselmek için yaptığı stratejik adımların devamı niteliğinde okumak gerekir. Bölgesel güç mimarisinde uzun süredir biriken stratejik, ideolojik ve teknolojik gerilimlerin dışa vurumu olarak değerlendirilmelidir. İsrail’in 13 Haziran sabahı başlattığı büyük ölçekli hava saldırısı, yalnızca İran’ın nükleer programını hedef almakla kalmadı; aynı zamanda bilgi savaşı, elektronik karıştırma ve siber saldırı araçlarıyla da desteklenen çok katmanlı bir askerî harekâttı.
İsrail operasyonundan hemen önce Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), İran’ın Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) kapsamındaki yükümlülüklerini sistematik şekilde ihlal ettiğini açıklayan kapsamlı bir rapor yayımladı. Ajans, İran’daki bazı gizli tesislerde uranyum izine rastlandığını ve geçmişteki nükleer silah çalışmalarına dair tatmin edici açıklamaların yapılmadığını belirtti. Bu gelişme, İran’a yönelik uluslararası baskının artmasına neden oldu. Aynı gün Batı ülkeleri tarafından desteklenen UAEA kararı, İsrail’in askeri hamlesine meşruiyet zemini oluşturdu.
İsrail’in saldırısına karşılık olarak İran, geniş kapsamlı bir misilleme operasyonu başlattı. Operasyon kapsamında 150’den fazla balistik füzeyi ve 100’ün üzerinde insansız hava aracını İsrail’e yönlendirildi. Tel Aviv’deki enerji santralleri ve Hayfa’daki sivil yerleşim alanları hedef alındı. İsrail’in demir kubbe sistemleri saldırıları yakalamakta kısmen başarılı oldu. İsrail ordusu drone saldırılarının bir kısmını jetleriyle vurarak etkisiz hale getirdi. Saldırının ilerleyen saatlerinde ABD destekli hava savunma araçları da bu orkestraya katılarak İsrail’in işini kolaylaştırdı. Saldırılar ilk günde daha az olmak üzere, ikinci günde İran’ın hipersonik füzeleri kullanması sebebiyle maddi hasara yol açtı, ayrıca can kaybı da yaşandı. Bu misilleme, İran’ın askeri kapasitesini ve kararlılığını ortaya koyması açısından önemliydi.
Çatışma hızla yayılırken, bölgede etkili olan vekil aktörler de sahaya indi. Lübnan Hizbullahı 13 Haziran öğlen saatlerinde İsrail’in kuzeyine sınırlı roket saldırıları düzenledi. Eş zamanlı olarak Yemen’deki Husi güçleri Kızıldeniz’de devriye gezen bir Amerikan destroyerine insansız hava aracı gönderdi. Bu İHA ABD güçleri tarafından başarılı şekilde düşürüldü. Husi liderliği, bu saldırının İslam dünyasının direniş güçleriyle dayanışma amacı taşıdığını açıkladı. Tüm bu gelişmeler, çatışmanın çok cepheli, hibrit nitelikli ve vekil aktörlerin katılımıyla daha karmaşık bir güvenlik krizine dönüştüğünü gösteriyor.
ABD doğrudan çatışmaya girmemekle birlikte, İsrail’in savunmasına önemli katkılar sundu. Pentagon, İran kaynaklı saldırıların ardından bölgede bulunan Amerikan üslerini yüksek alarma geçirdi. Ayrıca, bölgedeki müttefiklerinin savunmasına yönelik her türlü tehdide hızlı ve orantılı yanıt verileceği açıklandı. Aynı anda Beyaz Saray, İsrail’in saldırılarında ABD’nin doğrudan bir rolü olmadığını belirtti. Bu söylem, ABD’nin hem bölgede varlık göstermeye devam ettiğini hem de doğrudan savaşın tarafı olmaktan kaçınma stratejisini eş zamanlı yürütmeye çalıştığını gösteriyor.
Diplomatik çabalar aynı günlerde hız kazandı. Türkiye, Umman ve Katar, üçlü bir diplomatik girişim başlatarak gerilimin düşürülmesi yönünde adım attı. Ankara’da yapılması planlanan toplantıya İran ve Avrupa Birliği temsilcilerinin de katılması bekleniyor. Ancak İran, UAEA denetçilerine erişimi daha da kısıtlayacağını açıklarken, ABD ile Umman’da gerçekleştirilmesi planlanan dolaylı görüşmeleri iptal etti. Bu gelişmeler, diplomasi yolunun şu aşamada tıkalı olduğunu ve tarafların pozisyonlarında yumuşama sinyali vermediğini gösteriyor.
Krizin ekonomi üzerindeki etkisi de çok hızlı hissedildi. Brent tipi ham petrolün varil fiyatı kısa sürede 112 doları aştı. Bu artış enerji ithalatçısı ülkelerde endişeye yol açtı. Orta Doğu’daki birçok büyük havalimanı geçici olarak kapatıldı; büyükelçilikler ve diplomatik misyonlar acil durum moduna geçti. Küresel piyasalar, özellikle enerji ve finans sektörleri, belirsizlik nedeniyle sert dalgalanmalara sahne oldu. Bu durum, askeri krizlerin ekonomik istikrar üzerindeki doğrudan etkisini bir kez daha hatırlattı.
Siber cephede de savaş devam etti. İran, İsrail’in Soreq Nükleer Araştırma Merkezi’ne ait bazı gizli belgeleri ele geçirdiğini ve bu belgelerin sızdırıldığını duyurdu. UAEA Başkanı Rafael Grossi, bu belgelerin bazılarının gerçekten Ajans’a ait olabileceğini kabul etti. İranlı yetkililer, Mossad’ın UAEA iç yazışmalarına eriştiğini ve İsrail’in denetim süreçlerine etki ettiğini ileri sürdü. Bu iddialar Ajans tarafından yalanlansa da, siber güvenliğin artık yalnızca istihbarat değil, diplomatik müzakere süreçlerinin de bir bileşeni haline geldiğini göstermektedir.
Bu kriz, klasik savaş konseptlerinin ötesine geçen hibrit çatışma dinamiklerinin bir örneği haline geldi. Devlet dışı aktörlerin önemi artarken, siber ve psikolojik savaş da cephe hattının bir parçası haline geldi. Türkiye gibi bölgesel güçlerin diplomatik arabuluculuk konumları bu nedenle stratejik önem taşıyor. Ankara merkezli yürütülecek çok taraflı bir süreç, sadece geçici bir ateşkesi değil, uzun vadeli güvenlik ve denetim mekanizmalarının oluşturulması açısından da kritik bir fırsat sunuyor.
Güvenliğin çok boyutlu hale geldiği bu dönemde, yeni bir güvenlik mimarisine ihtiyaç duyuluyor. Öte yandan, iki ülkenin her seferinde şiddeti artan sıcak çatışması beraberinde savaşma korkusunu yok ediyor. Her iki aktör de şiddet sarmalında hızla ilerliyorlar. Siber güvenliğin bu çatışmadaki dikkate değer etkisi aklımıza Stuxnet saldırısını ve sonuçlarını da getirmektedir. Muhtemel çatışmaların nükleer serpinti ihtimalinin de hala masada olduğunu unutmamak gerekiyor. İran–İsrail krizi, sadece iki ülke arasındaki bir çatışma değil; aynı zamanda yeni çağın güvenlik tehditleriyle başa çıkmak için uluslararası toplumun nasıl ortak stratejiler geliştirmesi gerektiğini de sorgulatan bir sınav niteliğindedir. Bu bağlamda, bölgesel iş birliği mekanizmalarının güçlendirilmesi ve (eğer hala var ise) uluslararası normların korunması her zamankinden daha büyük önem taşımaktadır.