7 Ekim 2023’ten bugüne inişli çıkışlı bir seyir izleyen bölgesel gerilimde korkulan oldu ve İran 13 Haziran Cuma gecesi İsrail’in hava saldırılarıyla sarsıldı. Saldırılarda, Tebriz’den Şiraz’a kadar ülke topraklarının farklı vilayetlerinde konuşlanan İran’ın nükleer tesisleri, hava savunma ve radar sistemleri, füze üsleri ve üretim tesisleri hedef alındı. Tesislerin yanısıra, Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) liderliği ve İran’ın nükleer insan sermayesi de İsrail saldırısının hedefi oldu. İran’ın genelkurmay başkanı Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları Ordusu Komutanı General Hüseyin Selami, Hatemül Enbiya Karargah Komutanı Gulamali Reşid ve Devrim Muhafızları Hava-Uzay Kuvvetleri’nin Komutanı Emir Ali Hacızade gibi üst düzey askeri simalar ve bir dönem İran Atom Enerjisi Örgütü’nün başkanlığını da yapan Feridun Abbasi dahil çok sayıda nükleer bilim adamı ve üniversite profesörü aile üyeleriyle birlikte ikametgahlarında hayatını kaybetti. İran’ın birkaç saat içerisinde israil’e bir misilleme operasyonu başlatmasıyla birlikte askeri gerilim tırmandı, operasyon kapsamı Tel Aviv ve Tahran başta olmak üzere sivil yerleşim alanlarına doğru genişledi. Tahran’da İran Radyo Televizyon Kurumu ve dünyanın en büyük doğalgaz sahası olarak bilinen Güney Pars doğalgaz sahasının hedef alınması, operasyon kapsamının devlet kurumları ve devletin ekonomik altyapısını da hedef almaya başladığının sinyalini verdi. Her iki tarafta da hem stratejik tesislerin hem de sivil yaşam merkezlerinin zarar gördüğü saldırılar şiddetli bir şekilde devam ediyor.
2011’de Tunus’ta patlak veren ve Suriye, Libya, Yemen gibi ülkelerde siyasi henüz istikrarla sonuçlanmamış iç savaşlara sebep olan Arap Baharı döneminde dahi bölgede bir nevi “güvenli bölge” olarak kalmayı başaran İran’da bu alışılagelmiş güvenlik ortamının yıkılması halk açısından son derece olağandışı. Bununla birlikte, 1979 İslam Devriminin hemen akabinde, yeni kurulmuş rejimin henüz bir ordusu kurulmamış ve siyasi düzen oturmamışken komşusu Irak’taki Saddam rejimi tarafından hedef alınmış olması ve bu yeni kurulan İslam Cumhuriyeti’nin sekiz yıl süren zorlu bir varoluş mücadelesi vermesi İslam Cumhuriyeti rejiminin kollektif hafızasında taze. İslam Cumhuriyeti’nin ideolojik varoluşuna kasteden, uluslararası izolasyon ve askeri yetersizlikler içerisinde mücadelesi verilen ve İran halkının “İslami direniş” söylemi etrafında topyekün seferber edildiği, dolayısıyla da rejimin “Mukaddes Savaş” olarak adlandırdığı İran-Irak Savaşı’ndan 45 yıl sonra gelen bu yeni savaş İran açısından varoluşsal bir öneme sahip. Zira “Mukaddes Savaş” İslam Cumhuriyeti’nin en kırılgan olduğu kuruluş yıllarında yaşanmışsa, İsrail’in operasyonu da rejimin uluslararası ekonomik yaptırımlar, dönüşen uluslararası sisteme adapte olamama ve kötü yönetim gibi sebeplerle İran halkı ile arasının giderek açıldığı ve 7 Ekim 2023 Hamas saldırısı sonrası Lübnan ve Suriye başta olmak üzere bölgedeki nüfuz alanının bir kısmını kaybettiği bir diğer kırılganlık dönemine denk geliyor. Bu sebeple, Charles Tilly’nin “savaş devleti yaratır ve devletler de savaşı” önermesiyle de uyumlu olarak, İran açısından uzun süreli bir savaşla kurulan İran İslam Cumhuriyeti’nin başka bir savaşla sona erdirilmesine müsaade edilmemesi bir siyasi öncelik.
“Empoze edilmiş savaşa”tan ”Empoze edilmiş barışa”
İsrail’in İran’a yönelik saldırısının kamuoyuna sunulan birincil gerekçesi ABD ve İran arasında birkaç aydır devam eden nükleer müzakere sürecinin çok temel bir parametrede tıkanmış olması. İran açısından, 2018’de nükleer anlaşmadan çekilen, İran’ı ekonomik darboğaza sürükleyen maksimum baskı politikasını imza atan ve 2020’de “Direniş Ekseni”nin mimarlarından Kudüs Güçleri komutanı Kasım Süleymani için suikast emri veren ABD devlet başkanı Donald Trump ile müzakere masasına oturmak şüphesiz kolay bir karar değildi. Trump’ın göreve gelir gelmez maksimum baskı politikasını yeniden devreye sokması ve 60 gün içerisinde bir anlaşma imzalanmadığı takdirde askeri seçeneğin uygulanacağına yönelik tehditlerine karşın, İran % 60’lara çıkardığı uranyum zenginleştirme oranının % 3,67’nin altına çekilmesi, nükleer faaliyetlerin denetlenmesi için ABD ve Suudi Arabistan gibi bölge ülkelerinin de denetim hakkına sahip olabileceği bir bölgesel konsorsiyumun kurulması ve Amerikan şirketlerine İran’da yatırım imkanlarının sunulması gibi tekliflerde bulundu. Bununla birlikte, Amerikan tarafında İran’ın nükleer programının Libya modeline benzer şekilde tamamen imha mı edileceği, yoksa uluslararası hukukun elverdiği ölçüde barışçıl nükleer faaliyete izin mi verileceği yönündeki kararsızlık 13 Haziran saldırısından önceki bir hafta içerisinde İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu ve ABD içerisindeki İsrail yanlılarının baskıları sonucu “sıfır zenginleştirmeye” doğru evrilince İran bunu barışçıl nükleer faaliyet hakkına dair bir kırmızı çizgi aşımı olarak kabul etti. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun 12 Haziran tarihinde “İran’ın nükleer yükümlülüklerini ihlal ettiği” yönündeki açıklaması da, İran henüz masadan kalkmamış ve hafta sonu müzakerelerin altıncı turuna hazırlanıyor olmasına karşın İsrail’in İran’ın nükleer programını askeri yöntemlerle bitirmesi için gerekli zemini uluslararası zemini hazırlamış oldu.
Bununla birlikte, İsrail’in düzenlediği hava operasyonunun zamanlaması söz konusu nükleer çıkmazdan ziyade İran’ın son yıllarda bölge politikasında gösterdiği tavırla yakından alakalı. Zira İran’ın gerek 2020 Kasım Süleymani Süleymani suikasti, gerekse 7 Ekim süreci sonrası Tahran’ın merkezinde gerçekleşen İsmail Haniye suikastinden Direniş Ekseni coğrafyasında hem Lübnan Hizbullahı’nın hem de üst düzey DMO mensuplarının hedef alındığı diğer suikastlere eşik-altı savaş yöntemleriyle cevap vermiş olması, İran’ın iddia ettiği “stratejik sabrının” İsrail tarafından “stratejik caydırıcılığın kaybedilmesi” olarak yorumlanmasına sebep oldu. İran’da rejimin topyekün çökertilmesi suretiyle İsrail’e yönelik varoluşsal tehdidin kökten çözümü için uygun artık koşulların oluştuğunu düşünen Netanyahu, 13 Haziran’da yaptığı bir konuşmada 2022 Mehsa Emini protestolarında kullanılan “Jin, Jiyan, Azadi” (kadın, yaşam, özgürlük) sloganı eşliğinde İran halkını rejime karşı cesurca ayağa kalkmaya davet etti. İsrail’in devrim muhafızlarına yönelik baskısı Netanyahu’nun halk ayaklanması çağrısıyla birlikte üst düzey askeri komuta seviyesinin çökertilmesinin ötesinde bir anlam daha kazanıyor. Zira 1999 öğrenci olayları, 2007 Yeşil Devrim ve 2018 – 2022 tarihlerinde aralıklarla devam eden protestoları bastırarak bu protestoların başarıya ulaşmasını engelleyen başat aktör devrim muhafızları ve onlara bağlı besic güçleri.
7 Ekim 2024’ten sonra olası bir İsrail saldırısını ihtimal dahilinde tutan ve bu ihtimali bertaraf etmek adına İsrail’in önceki suikast eylemlerine karşı yoğunluğu yüksek bir askeri yanıt vermekten kaçınan İran, “mukaddes savaş” hafızasından ötürü bugün “direniş” duruşuna sıkı sıkıya tutunduğu ve kırmızı çizgilerinden geri adım atmaktan henüz imtina ettiği görünüyor. Devrim Rehberi Ayetullah Hamaney, Trump’ın İran’ın “teslim olması” ve ABD’nin sunduğu nükleer anlaşmayı derhal imzalaması yönündeki çağrılarına karşı mukaddes savaşı hatırlatıyor ve “İran halkı empoze edilmiş savaşa karşı durduğu gibi, empoze edilen barışa karşı da dimdik ayakta duracaktır” cevabını veriyor. Dolayısıyla İran’ın iç ve dış politikadaki sıkışmışlığına karşın karşılıklı saldırılar şiddeti artarak devam ediyor, diplomatik bir çaba bulunmadığı müddetçe kısa vadede sönümleneceğe benzemiyor ve ABD’nin de doğrudan müdahil olduğu takdirde bölgesel bir savaşa evrilme riski taşıyor.
Kaynaklar, Stratejiler, Engeller
İran’ın bu savaşı devam ettirebilmesi için temel askeri kaynaklarının kendi bağlamı içerisinde değerlendirilmesi önemli. Bu çerçevede, 1980-88 İran-Irak Savaşı yıllarında küresel ve bölgesel izolasyona, silah ambargolarına ve ilerleyen yıllarda da ekonomik yaptırımlara maruz kalan İran dışarıdan teknoloji transferiyle konvansiyonel gücünü geliştiremediği için vekil güçler ve balistik füze programını önceliklendiren bir konvansiyonel olmayan güç doktrini geliştirdi. İran söz konusu engellere karşın, teknolojisinin bir kısmını Çin’den transfer ettiği, önemli bir kısmını ise kendisinin geliştirdiği ve ABD istihbarat raporlarında da sıklıkla dile getirildiği üzere bugün Ortadoğu’nun en büyük ve en fazla çeşitlilik arz eden füze kapasitesine sahip devleti olarak biliniyor. İsrail’e yönelik karşı saldırılarda kısa, orta ve uzun menzilli balistik füzeler, seyir füzeleri, hipersonik füzeler ve uydu taşıma roketleri gibi çeşitlilik içeren füze envanteri içerisinden şu ana kadar Fateh- 110, Emad ve Zülfikar gibi kısa ve orta menzilli füzeler ile Fattah hipersonik füzesini kullandığı görülüyor. Öte yandan, İran henüz özellikle son aylarda geliştirdiği Khorramshahr ve Shahab 3 gibi 1000 – 1500 kg’ye kadar patlayıcı taşıyabilme kapasitesine sahip olan veya Mayıs 2025’te tanıtımını yaptığı ve isabet sapması bir metreden az olan Kasım Basir füzesini henüz kullanmış değil. İran’ın mevcut füze stoğunu ABD’nin savaşa doğrudan müdahil olabileceği bir senaryoyu göz önünde bulundurarak ölçülü kullanmaya çalıştığı görünüyor. Bununla birlikte en büyük engeli mevcut hava savunma sistemlerinin ABD teknolojisiyle kuşatılmış olan İsrail askeri kapasitesine karşı yetersiz olması ve füze stoğunun da tükenebilir olması.
İran’ın bir diğer stratejisi bölge ülkeleri ile küresel güçleri İsrail ve olası ABD müdahalesine karşı daha net bir pozisyon almaya yönlendirmek. Bu bağlamda, Hürmüz Boğazı ve enerji trafiği önem taşıyor. Ayetullah Hamaney’in eski danışmanlarından Muhammed Cevad Laricani “İran’ın petrol tesisleri ciddi bir hasar aldığı takdirde bölge ülkelerinin petrolünü kullanmalarına izin vermeyeceğini” dile getirmişti. Bu durum pratikte İran’ın kısa ve orta menzilli füzelerini körfez ülkelerindeki petrol altyapı platformları, boru hatları, Boğaz’dan geçen ticari gemileri, tankerleri ve limanları hedef alması, nakliye limanlarındaki navigasyon sistemlerini devre dışı bırakması ve Boğaz’a savaş gemileri konuşlandırmak suretiyle petrol trafiğini engellemesi anlamına geliyor. Bu olasılık, sadece petrol zengini körfez ülkelerinin petrol satışını engellemekle kalmaz, dünyanın üretim atölyesi konumunda olan Çin başta olmak üzere tüm petrol alıcısı ülkeler için petrol fiyatlarında ciddi istikrarsızlıklar yaratabilir. Bir diğer ihtimal ise Direniş Ekseni aktörlerinden Irak’taki Haşdi Şabi ve Yemen Ansarallah’ının bölgedeki ABD üslerine saldırılar düzenlemesi ve çatışmaların bu yolla bölge ülkelerine sıçraması.
Bölge ülkelerini tedirgin eden bir diğer olasılık savaş koşulları altında İran’da rejimin devrilme ihtimali. 1979 devrimiyle tahttan indirilen şahın oğlu Rıza Pehlevi, savaş ortamını bir fırsat penceresi olarak görüyor, tıpkı Netanyahu gibi İran halkını rejime karşı ayaklanmaya davet ediyor ve İran’a siyasi bir dönüş için hazırlık yapıyor. Mevcut durumu bir fırsat penceresi olarak gören tek aktör Pehlevi değil, zira özellikle sınır Kürdistan, Batı Azerbaycan ve Sistan-Belucistan gibi vilayetlerde tarihsel olarak varlığını devam ettiren bazı ayrılıkçı etnik hareketler birlik ve ayaklanma çağrısı yapıyorlar. Öte yandan, ekonomik problemler ve kötü yönetim gibi sebeplere 2018 sonrası sokak eylemlerine katılan genel halk savaş koşullarında hen yekpare bir tavır sergilemiş değil. Siyasi tarihleri dış müdahalelerle dolu İranlılar arasında bir dış müdahale anında rejim karşı ayaklanma çağrılarına antipati duyan bir kesim şüphesiz ki mevcut. Savaş koşulları altında kamuoyu kanaatinin yalnızca antiemperyalist güdülerle değil, savaşın yarattığı güvenlik tehditlerinin de etkisiyle çok değişkenlik gösterebileceğini hatırlamakta da fayda var. Öte yandan, savaşın kapsamına bağlı olarak merkezi otorite ve güvenlik güçlerinin yıpranması sonucu uzun vadede bir rejim değişikliği ihtimal dahilinde olabilir. Ancak böylesi bir değişim, İran’ın demografik yapısı da göz önünde bulundurulduğunda, yer yer etnik gruplar arasında silahlı çatışmalar, bölgesel hakimiyet mücadeleleri ve siyasi vizyon ayrılıklarının eşlik ettiği son derece zorlu bir geçiş sürecine işaret edebilir. Böylesi bir geçiş süreci ise bölge ülkeleri açısından yeniden radikalleşme, milisleşme ve göç dahil çeşitli riskler barındırıyor.
Bu bağlamda, İran’a bölgede ilk diplomatik destek 13 Haziran’da kendisine “kardeş ülke” şeklinde hitap ederek İsrail’in saldırılarını kınayan Suudi Arabistan ve Türkiye’den geldi. 16 Haziran’da 21 İslam ülkesi Mısır önderliğinde bir araya gelerek İsrail’i kınayan bir açıklama yaptı ve “ayrım yapılmaksızın” nükleer silahsızlanma çağrısında bulundu. İran’a desteğini belirten Pakistan, Müslüman ülkeleri İsrail ile ilişkileri kesmeye ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nı da İsrail’e karşı ortak bir strateji üretmeye davet etti. 19 Haziran’da ise Mısır’daki Müslüman Kardeşler lideri Salah Abdulhak Ayetullah Hamaney’e hitaben yayınladığı mektupta geçmişte yaşanan fikhi ve mezhebi ayrılıkların aşılması ve İslam ümmetinin birliği vurgusunda bulunarak İsrail’e karşı “İran İslam Cumhuriyeti’ne tam destek” çağrısı yaptı. Bu destek mesajlarının bölgesel ve uluslararası ölçekte somut siyasi, hukuki ve askeri adımlarla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı henüz meçhul. ABD’nin savaşa müdahil olma ihtimaline karşılık Ortadoğu bölgesiyle derin ekonomik ve enerji ilişkileri bulunan ve zemini sarsılan liberal dünya düzeninde bir alternatif süpergüç olma iddiası taşıyan Çin için de mevcut çatışmada nasıl bir rol alacağı önemli bir sınav gibi görünüyor. Bu detaylar netleşene kadar “Mukaddes Savaş 2.0”ı yaşayan İran’ın rejimini korumak adına gereken tüm askeri ve diplomatik kaynakları ile sert güç stratejilerini seferber etmekten kaçınmayacağını öngörmek haksız olmaz. Buna, diplomatik çözüm olasılıkların tamamen çöktüğü bir senaryoda, askeri amaçlı nükleer teknoloji üretimi de dahil.