Farklı bölgelerde devam eden savaş ve krizler, uluslararası ilişkilerde güç rekabetini öne çıkarıyor. Buna ABD’nin büyük güç olarak alışılmış rolünü yerine getirmekteki isteksizliği de eklendiğinde, 1945’ten bu yana kurulan uluslararası düzen ve yapı taşı olan kurumlar yıpranıyor. Bunun sonucu olarak belirsizlik artıyor ve mevcut küresel sistem bir geçiş döneminin sancılarını yaşıyor.
Öte yandan bu durum, orta güç olarak tanımlanan ülkelere daha geniş bir hareket alanı da sağlıyor. Bu sayede orta güçteki ülkeler, sistemde dengeyi gözeten, arabuluculuk yapabilen, bölgesinin istikrarına katkı sağlayabilen, hatta zaman zaman kapasitesinin üzerinde sorumluluk ve inisiyatif alabilen, küresel düzeyde etkili roller oynayabilen aktörler haline geliyor. Özellikle belirsizlik dönemlerinde bu ülkeler çok yönlü diplomasi, proaktif dış politika, esnek ittifak arayışları ile öne çıkabiliyor.
Türkiye, bu bağlamda, orta güçte bir devlet olarak dikkat çeken bir örnek teşkil ediyor. Jeostratejik konumu, çeşitli kaynakları ve dış politika kararlarıyla, hem kendi bölgesinde, hem de küresel ölçekte artan bir etkinliğe sahip. Ayrıca, radikal bir değişimden geçen uluslararası düzende, hem sözü geçen bir aktör, hem de zaman zaman meydan okuyan bir güç konumuna geldi.
Panorama Soruyor bu ay, orta büyüklükte bir güç olarak Türkiye‘nin dış politikasını araştırıyor. Aşağıdaki üç sorunun rehberliğinde, bu konudaki görüşlerini almak için Zeynep Arkan, Pınar Dost, Özgür Özdamar, Özlem Kayhan Pusane, Mehmet Ali Tuğtan’ın kapısını çaldık. Global Panorama’ya yaptıkları değerli katkıları için kendilerine teşekkür eder, sizlere keyifli okumalar dileriz.
S1: Uluslararası İlişkiler literatürü orta büyüklükteki güçlerin genellikle küresel belirsizlik dönemlerinde bölgesel ve uluslararası sorunlarda etki alanlarını genişlettiğini belirtmektedir. Bir orta büyüklükte güç olarak tanımlayabileceğimiz Türkiye’nin son yıllarda bu ifadeye uyan bir dış politika görünümüne sahip olduğu söylenebilir mi? Söylenebilirse, Türkiye açısından bu yönelimin parametreleri nelerdir?
S2: Kritik bölgelere yakınlığı nedeniyle yeniden gündeme gelen jeopolitik öneminin yanı sıra, Türkiye’nin bir çok çatışmada arabulucu rolüne soyunması da dikkat çekiyor. Türkiye’nin çevresindeki güncel gelişmeler göz önüne alındığında, proaktif dış politika izleme çabalarını ve uluslararası sistemde kendisine biçtiği rolü nasıl değerlendirirsiniz? Türkiye’nin kapasitesi bu role uygun mu? Bu rolle ilgili sıkıntılı yönler görüyor musunuz?
S3: Orta büyüklükte bir güç olarak, Türkiye’nin bulunduğu bölgede ve küresel düzeyde izlemesi gereken ideal dış politika ve uluslararası bağlantıları sizce nasıl şekillenmelidir?
Zeynep Arkan, Hacettepe Üniversitesi
Doç. Dr. Zeynep Arkan – Hacettepe Üniversitesi
Türkiye’nin son yıllarda uluslararası ilişkilerdeki görünürlüğü, birçok gözlemciyi onu ‘orta büyüklükte bir güç’ olarak tanımlamaya yöneltti. Ancak bu tanım, yüzeyde etkileyici gibi görünse de çoğu zaman içi doldurulmamış bir retoriğe dayanıyor. Ankara’nın dış politika hamleleri, uzun vadeli bir stratejiden çok, anlık fırsatlara tepki veren ve büyük ölçüde iç politik hesaplarla şekillenen bir yönelime işaret ediyor. Kuşkusuz, zaman zaman etkili adımlar atılıyor ve bölgesel krizlerde belirleyici roller oynanıyor. Fakat bu başarıların çoğu, uluslararası sistemdeki güç kaymalarından, özellikle Batı’nın küresel rolünün zayıflamasından, AB’nin iç çatışmalarından ve alternatif aktörlerin (Rusya, Çin) yükselişinden kaynaklanıyor. Türkiye’nin dış politikada derinlikli ve sürdürülebilir bir vizyona sahip olduğunu söylemek bugün için oldukça zor.
Balkanlar ve Orta Doğu gibi coğrafyalarda Türkiye’nin etkisi hissedilir durumda. Ancak bu etki, çoğu zaman bölgedeki diğer güçleri geride bırakan stratejik bir akıldan çok tarihsel bağlar ve coğrafi yakınlık gibi yapısal avantajlardan kaynaklanıyor. Türkiye, bir ‘oyun kurucu’ olarak sunulsa da, bu rolün uzun vadeli meşruiyeti ve derinliği tartışmalı. Gerçek etkinin sürdürülebilir olabilmesi, öngörülebilirliğe, diplomatik tutarlılığa ve ilişkilerde karşılıklı güvenin inşasına bağlı. Mevcut dış politika uygulamaları, bu koşulları sağlamaktan oldukça uzak.
Son dönemde Türkiye, farklı çatışmalarda arabulucu veya kolaylaştırıcı roller üstlenme çabasında. Ukrayna savaşı sırasında kurulan tahıl koridoru, savaş esirleri takas süreçlerindeki arabuluculuk, İsveç’in NATO üyeliği sürecinde yürütülen çok yönlü diplomatik pazarlıklar ve Suudi Arabistan–İran yakınlaşmasında üstlenilen kolaylaştırıcı rol bu çabaların örnekleri arasında yer alıyor. Türkiye bu süreçlerde görünürlük kazanıyor, ancak görünür olmakla etkili olmak aynı anlama gelmiyor. Arabuluculuk, yalnızca mekânsal/tarihsel bir avantaj değil, aynı zamanda tüm taraflarca ciddiye alınan, dengeli, prensipli ve tutarlı bir diplomasi gerektiriyor. Retorik düzeyde var olan bu profilin somut ve kalıcı bir karşılığı henüz oluşmuş değil. Dış politikanın iç siyasi ihtiyaçlara göre şekillendiği bir düzlemde, tutarlı ve güven telkin eden bir istikrar aktörü olarak uluslararası meşruiyet kazanmak giderek daha da güçleşiyor.
Türkiye’nin dış politikada gerçekten etkili olabilmesi, sadece krizlere tepki veren değil, aynı zamanda dönüşen uluslararası sistemde yerini bilen, öngörülebilir ve sorumluluk alabilen bir aktör olarak hareket etmesine bağlı. Bu bağlamda özellikle Avrupa ile ilişkiler stratejik önem taşıyor. Türkiye’nin Batı ile mesafeli ve faydacı ilişkiler kurmaya dayalı tutumu uzun vadede sürdürülebilir değil. AB’nin normatif gücü zayıflamış ve iç krizlerle sarsılmış olabilir. Ancak bu durum, Türkiye için yeni bir stratejik diyalog zemini yaratma potansiyeli de barındırıyor. Enerji güvenliği, göç yönetimi, savunma sanayii, dijital geçiş ve altyapıların korunması gibi alanlarda aşamalı ve karşılıklı güvene dayalı yakınlaşmalar mümkün.
Türkiye’nin son yıllarda uluslararası sistemde bulduğu manevra alanı sadece yapısal fırsatlardan değil, aynı zamanda sahip olduğu kütlesel ağırlıktan da besleniyor. Geniş nüfusu, stratejik coğrafyası, bölgesel askeri kapasitesi ve ekonomik büyüklüğü, Türkiye’yi dikkat çeken bir aktör haline getirdi. Bu potansiyelin etkili ve sürdürülebilir bir dış politikaya dönüşmesi, yalnızca bu avantajların varlığına değil, bunların nasıl yönlendirildiğine de bağlı. Stratejik vizyon eksikliği, uzun vadeli hedeflerin net olmaması ve kurumsal kapasitenin zayıflığı, bu kütlesel ağırlığın gerçek diplomatik etkiye dönüşmesini engelliyor.
Bu çerçevede dikkat çekilmesi gereken bir diğer boyut da uluslararası sistemin geçirdiği dönüşüm. Özellikle Trump yönetimi döneminde ABD’nin küresel liderlikten çekilmesi ve çok taraflı kurumlardan uzaklaşması, Türkiye gibi ülkeler için yeni manevra alanları açtı. Bu alanlara erişim, yalnızca konjonktürel reflekslerle değil, yön gösteren bir stratejik vizyonla anlam kazanabilir. Türkiye mevcut fırsat alanlarına müdahil oluyor, ancak bu müdahaleler çoğu zaman tutarlı bir yönelimden ziyade, koşullara verilen tepkiler şeklinde gelişiyor. Uzun vadeli hedefler ve kurumsal derinliği olan diplomatik çerçeveler olmadan, bu fırsatların kalıcı ve dönüştürücü bir etkiye dönüşmesi oldukça zor.
Sonuç olarak, Türkiye bugün uluslararası düzlemde görünür bir aktör. Ancak görünürlük her zaman gerçek etki anlamına gelmiyor. Etki, yalnızca konjonktürel reflekslerle değil, öngörülebilirlik, sürdürülebilirlik ve diplomatik tutarlılıkla pekişir. Türkiye’nin bir yandan bölgesel fırsatları değerlendirip diğer yandan Avrupa ile ilişkilerini yeniden düşünmesi, sadece dış politika açısından değil, içerideki demokratik yapıların güçlendirilmesi açısından da kritik. Dış politikada iz bırakmak, sadece yön değil rota belirlemeye dayanıyor.
Pınar Dost, Atlantic Council
Dr. Pınar Dost – Atlantic Council
İçinden geçtiğimiz tek kutuplu düzenden çok kutuplu düzene dönüşüm sürecinde, kurallara dayalı düzeni ve barışı korumakla yükümlü olan kurumların kriziyle, yükselen orta büyüklükteki güçler, bölgesel ve uluslararası sorunlarda ağırlıklarını ve etkilerini artırmak için oluşan fırsatı değerlendirdiler. Orta güç kavramı yeni değil ancak bu ülkelerin uluslararası sistemde üstlendikleri rol büyük ölçüde değişmiş durumda. Bu fırsatın temel kaynağı ise, hegemon güç olarak ABD’nin geri çekilme eğilimi ve sorumluluk almaktaki tereddüdü oldu.
Türkiye gibi yükselen orta büyüklükteki güçlerin, savaşan ya da karşıt taraflardan biriyle hizalanmayı reddeden, bağımsız ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden tutumlarına ve bu ülkelerin gittikçe artan etkilerine daha fazla tanıklık ediyoruz. Bu aktörler bize küresel güç dengesinin yalnızca büyük güç rekabetiyle belirlenmediğini hatırlatıyor.
Türkiye genellikle Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Afrika ve Vietnam gibi ülkelerle birlikte anılıyor. Rusya-Ukrayna savaşı orta büyükteki güçlerin bağımsız politikalarına çok iyi bir örnek teşkil etti. Savaşla birlikte Hindistan’ın Rusya’yla açık şekilde karşı karşıya gelmeyi reddettiğini; İsrail’in Rusya ile iyi ilişkilerini sürdürdüğünü ve uzun süre Ukrayna’ya silah satmayı reddettiğini gördük. Diğer yandan ABD, Çin’in arabuluculuğunda İran ile Suudi Arabistan arasındaki yumuşama sürecini durduramadı; Suriye rejimi düşmeden önce Körfez ülkelerinin Suriye ile normalleşme girişimlerini engelleyemedi ve İsrail’i Gazze’de ateşkese ikna edemedi.
Türkiye, Rusya ve Ukrayna arasında hassas bir denge politikası takip etti, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya giriş süreçlerinde bağımsız bir politika takip ederek kendi ulusal çıkarlarını dayattı, Suriye’de gerek Batı gerekse Rusya’dan bağımsız bir politika takip etti ve bugün Suriye’de yönetime gelen muhalifleri destekleyen yegâne ülkelerden biri oldu. Türkiye’nin orta büyüklükteki güç olarak benimsediği stratejik özerklik politikası ile dengeleme politikası, büyük güçler arasındaki rekabete yaklaşımında da geçerli. Bu durum, ülkenin Çin ile ABD arasında denge kurma stratejisi izlemesine yol açtı. 2019 yılında başlatılan “Yeniden Asya Girişimi” ile Türkiye etkinlik ve etki alanını Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerine de yöneltmiş bölgeye yönelik çok taraflı ve çok katmanlı bir yaklaşım benimsemiştir.
Orta büyüklükteki güçlerin ortak özelliği büyük güçlerden bağımsız, ulusal çıkarlarına dayalı hareket edebilme kapasitesine sahip olmaları. Türkiye’yi böyle bir politika izlemeye iten en önemli nedenlerden biri de hükümetin Avrupa Birliği ve Amerika-Batı ittifakının çıkarlarını korumaya yetmediği konusundaki çıkarımı oldu. Türkiye bu özerkliği dış politikada iki şekilde sağladı: denge siyaseti ve nüfuz alanını genişletme politikası.
AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinden sonra Türkiye, Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya ve Afrika ülkelerine yönelik olarak dikkatini yoğunlaştırmış; başlangıçta ticaret ve kültürel girişimlerle, 2015 sonrasında ise özellikle de bölgesindeki çatışmalarda askeri müdahalelerde bulunmuş ve farklı araçlarla sınır ötesi askeri varlığını arttırmıştır. Türkiye’nin bölgesel hedeflerinin ötesinde küresel hedefleri de bulunmaktadır ve hem sert hem de yumuşak gücünü çeşitli bölgelerde yansıtmaktadır. Türkiye’nin özellikle eski Osmanlı topraklarındaki etkisi, özellikle de Batı’da “neo-Osmanlıcılık” ya da “hegemonik hedefler” olarak adlandırılmıştır.
Aslında, önceki dönemlerde benzer şekilde Türkiye’nin Batı ile İslam medeniyetleri arasında bir köprü olma rolü, proaktif bir dış politikaya ihtiyaç olduğu ve Ortadoğu ile yakın ilişkiler kurulması gerekliliği savunulmuştu. Bu yaklaşımlar, merkez sağ lider Başbakan Turgut Özal (1983-1989) ve sosyal demokrat Dışişleri Bakanı İsmail Cem (1997-2002) dönemlerinde de dile getirilmişti.
Ancak bu fikirlerin uygulamaya geçirilmesi ve kapsamının genişletilmesi AKP iktidarı döneminde gerçekleşmiştir. AKP hükümeti Türk ve Müslüman ülkelerden oluşan bir “Türkiye Ekseni” oluşturmayı hedefledikleri “Türkiye Yüzyılı” ile bu dış politika vizyonunu açıkladı. Bu politikanın başlıca araçları bir yandan ekonomik, kültürel ilişkilerin geliştirilmesi, insani yardım diplomasisi, bölgesel sorunlarda arabuluculuk gibi yumuşak güç araçları, bir diğer yandan da bölgesel askeri müdahaleler, silah ticareti, sınır ötesi askeri üsler, askeri kapasite geliştirme girişimleri ve barış gücü misyonlarında aktif rol almak gibi sert güç araçları olarak sayılabilir.
Bölgesel ve küresel etki alanını genişletme hedefi ve çıkarları doğrultusunda bağımsız bir politika takip eden Türkiye’nin çevresinde genişleyen coğrafyadaki sorunların çözümünde rol alan ya da fikrine danışılan başlıca aktörlerden biri haline geldiğini teslim etmek gerekir.
Ancak Türkiye’nin bağımsız politikasının da sınırları var. En önemli sınır Türkiye’nin bağlı olduğu uluslararası anlaşma ve ittifaklar. Türkiye’yi diğer yükselen orta büyüklükteki güçlerden ayıran hem NATO üyesi olan hem de Avrupa Birliği’ne aday olan tek ülke olması hem de jeostratejik konumu gereği küresel gündemin ön sıralarında yer alan ve Avrupa-Atlantik güvenliği açısından son derece kritik önemdeki birçok bölgesel meselenin tam ortasında yer alması. Bu nedenle Türkiye’nin eksen değiştirip değiştirmediği, Batı’dan Doğu’ya mı kaydığı, ya da denge siyaseti, Batı’da çok tepki topluyor. Hindistan’ın Rusya’dan S-400 alması ya da Suudi Arabistan’ın Çin’le yaptığı güvenlik anlaşmaları, Türkiye’nin S-400 alımı ya da BRICS’e katılma isteği kadar konuşulmuyor.
Her ne kadar ticari ilişkilerini çeşitlendirmek için büyük çaba gösterse de Türkiye’nin ticari ilişkilerindeki dengeler, ekonomik kırılganlığı ve farklı alanlardaki ekonomik olarak dışa bağımlılığı da Türkiye’nin hareket alanını daraltıyor. Türkiye’nin dış ticaretinde AB ve ABD’nin toplam payı %40’ın üzerinde olsa da, Çin ve Rusya ile ithalatın geçtiğimiz 10 yılda sırasıyla %80 ve %150 civarında artarak bu ülkeleri ithalatta birinci ve ikinci sıraya yerleştirmesi Türkiye’nin ekonomik bağımlılıklarını güçlendiriyor.
Özgür Özdamar, Bilkent Üniversitesi
Prof. Dr. Özgür Özdamar – Bilkent Üniversitesi
Uluslararası sistem, tüm aktörlerin dış politika davranışları üzerinde kimine göre doğrudan dikte edici, kimine göre ise dolaylı olarak şekillendirici bir etkiye sahiptir. Güçlerinden bağımsız olarak tüm devletler, sistemin kendilerine tanıdığı esneklik ölçüsünde hareket ederler. Bugün dünyamız, uluslararası sistemin sarsıldığı günlerden geçiyor. Bilhassa Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhakı ve 2022 yılında başlayan Ukrayna’yı ikinci işgali gibi gelişmeler, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliğinde kurulan uluslararası sistemin temel normlarını test ediyor.
Soğuk Savaş’ın bitişi de sistemde çok ciddi bir kırılma yaratmıştı. Soğuk Savaş’ın istikrarını, birbirine zıt iki kutuptan oluşan, müttefikin, rakibin, dış politika hedeflerinin belli olduğu o dönemi nostaljiyle anan çok sayıda düşünür var. Öte yandan, Soğuk Savaş’ın bitişiyle ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”, ve bu düzenin güç dengeleri, aradan geçen çeyrek asırdan fazla süreye rağmen henüz oturmuş değil. ABD, güç dediğimiz olgunun boyutlarını oluşturan tüm parametrelerde, Çin dahil tüm rakiplerinin hala önünde. Ancak, tek kutupluluğun ve ABD gücünün zirvesini yaşadığımız 1990’larda olmadığımız da açık.
İşte sistemde yaşanan bu belirsizlik, tüm aktörler için fırsatlar ve sınamalar yaratıyor. Türkiye de, bu ortamdan yararlanarak bölgesel ve küresel etkisini geliştirmeye çalışan ülkelerden biri. Bu bağlamda Türkiye, küresel yönetişimde daha fazla rol isteyen, Afrika’dan Latin Amerika’ya, Orta Doğu’dan Orta Asya’ya bölgesinde ve ötesinde yaşanan sorunların çözümüne katkı sunmayı amaçlayan, sınırlarının ötesinde daha fazla askeri varlık gösteren ve de oynamak istediği bölgesel lider rolünü en üst seviyede dile getiren bir aktör olarak öne çıkıyor.
Esasen proaktif dış politika izleme çabaları bizim için yeni değil, II. Dünya Savaşı öncesinde Atatürk liderliğindeki Türkiye, belki de Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar bağımsız, bağlantısız, aktif ve çevresini şekillendirici bir dış politika gütmüştü. Ancak, savaş sonrasında ortaya çıkan Soğuk Savaş’ın katı, iki kutuplu yapısı, tüm ülkelere belli bir dış politika dayatıyordu. Türkiye de, kutuplardan birini teşkil eden Sovyetler Birliği’ne komşu ve bu ülkenin doğrudan tehdidi altında yaşayan bir ülke olarak, çareyi Batı’nın güvenlik iş birliği içerisinde yer almakta bulmuştu. Bu dönemde, Kıbrıs konusu haricinde genellikle Batı ittifakıyla uyumlu bir dış politika izledik. Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılması, tüm aktörlere olduğu gibi Türkiye’ye de daha esnek bir dış politika izleme imkânı yarattı. Nitekim daha 1990’larda, Orta Asya, Latin Amerika ve Afrika açılımları resmi olarak başladı.
Türkiye, sınır komşularının hemen hepsinden daha kalabalık, daha müreffeh ve askeri olarak daha güçlü bir ülke. Yerli ve yabancı çeşitli uzmanlar, Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte bunu öne çıkardılar ve Türkiye’nin potansiyeline vurgu yaptılar. Son yıllarda gelişen milli savunma sanayi de Türkiye’nin gücüne bir çarpan etkisi yaptı ve Türkiye’nin daha bağımsız dış politika izleme ve daha aktif bir rol oynama çabasını güçlendirdi.
Bu noktada, dış politika karar alıcıları ve bu karar alıcının ülkeye biçtiği rolü de vurgulamak lazım. Arap Baharı ile başlayan süreçte Türk karar alıcılar, Türkiye’nin bölgesel liderliğini, bölgedeki düzeni şekillendirme gücünü, daha aktif, daha bağımsız bir politika izleme kabiliyetini ve mazlumların sesi olma rolünü öne çıkardılar. Bu durum, izlenen dış politikayı elbette kökten değiştirdi. Nitekim bu roller, geleneksel müttefiklerimizden ABD’yle aramızda sorunlara da yol açtı.
Türkiye, bölgesinde ve ötesinde vuku bulan çeşitli ihtilaflarda arabulucu rolü oynamaya hevesli bir ülke olarak göze çarpıyor. En önemli dış politika gündemlerinin yoğunluğu arasında bile, arabuluculuk çabalarına yer ayırıyor, ihtilafın taraflarını ve görüşmeleri ağırlama girişimlerinde bulunuyor. Bu durum, Türkiye’nin küresel denklemde daha fazla rol oynamak isteyen rolüyle ve karar alıcıların Türkiye’yi algılayış biçimiyle orantılı. Bence arabuluculuk, kapasitemize uygun. Ancak diğer aktörler bizim oynamak istediğimiz bu etkin rolü tanıyor ve kabul ediyor mu; bunlar ayrı bir tartışma konusu.
Türkiye, 1856 yılında imzalanan Paris Andlaşmasından bu yana Avrupa devletler topluluğunun bir parçasıdır. Cumhuriyet de, erken dönemden bu yana hem İmparatorluğun son dönemlerinden gelen tarihsel Batılılaşma mirasının, hem de güvenlik, kimlik gibi diğer faktörlerin etkisiyle, Batı kurum ve kuruluşlarının üyesi olmayı temel bir hedef olarak belirlemiştir. Nitekim 1952 yılında gerçekleşen NATO üyeliğiyle de on yıllara yayılan tüm bu süreç somutlaşmış ve Türkiye, Batı dünyasının belki de en üst düzey iş birliği kulübünün bir parçası olmuştur.
Bugün Dünya yeni bir kırılma noktasına sürükleniyor. İdeolojik ve hayatın tüm alanlarını kapsayan yeni bir Soğuk Savaş belki beklenemez ama hızlı bir silahlanma ve kutuplaşma dönemine girdiğimiz görülüyor. ABD’deki Trump hükümetinin, ABD’nin 1945’ten bu yana üstlendiğini geleneksel liderlik rolünün gereklerini, yerine getirip getirmeyeceği belirsiz. En büyük iki ekonomi arasındaki ticaret savaşları, bugün tamamen birbirine entegre olmuş küresel ekonominin sınırlarını test ediyor. Rusya, yerleşik uluslararası normlara tamamen aykırı yasadışı işgal girişimi yoluyla Ukrayna’daki hedefini gerçekleştirmemiş gözükse de, en büyük nükleer güçlerden biri ve Avrupa güvenliği için en önemli risklerden biri olmayı sürdürüyor. Çin, bir yandan askeri kapasitesini artırırken, Afrika başta olmak üzere kendisine uzak coğrafyalarda partner ağını genişletiyor. Avrupa Birliği’nin bir jeopolitik aktör olarak bağımsız dış politika gerçekleştirme gücü, bilhassa Brexit süreci sonrasında ve Avrupa entegrasyonu fikrine şüpheyle bakan kesimler çeşitli ülkelerde iktidara gelirken, tartışılır. Bütün bu manzara içerisinde Türkiye, 85 milyonluk nüfusu, 1 trilyon dolara yaklaşan ekonomisi ve güçlü ordusuyla, başta Orta Doğu, Akdeniz ve Balkanlar olmak üzere, çok geniş bir coğrafyada etkili olma potansiyeli taşıyor. NATO üyeliğimiz ve uzun süredir fasıl açılamamış olsa da Avrupa Birliği üyeliği hedefimiz önemini korumaktadır. Geçmişi yaklaşık iki aşıra dayanan Batı ile ilişkilerimizin yanı sıra, Rusya, Çin gibi diğer aktörlerle, Körfez ülkeleriyle, Türk Devletleri Teşkilatıyla dengeli ilişki geliştirme kapasitemiz de çok önemlidir. Hem NATO müttefiki olup hem diğer aktörlerle diyalog kurabilmesi, Türkiye’ye değer kazandırmaktadır ve bu günümüz denge politikası, geliştirilerek devam etmelidir.
Özlem Kayhan Pusane, Işık Üniversitesi
Prof. Dr. Özlem Kayhan Pusane – Işık Üniversitesi
Küresel belirsizlik dönemleri ya da uluslararası sistemde farklı güç merkezlerinin ortaya çıktığı ve bu durumun nasıl bir düzene evrileceğinin henüz netleşmediği ortamlar, orta büyüklükteki güçler için farklı fırsatların öne çıktığı, bu güçlerin manevra alanlarının genişlediği durumlardır. İçinden geçtiğimiz dönem de uluslararası sistem açısından böyle bir belirsizlik ve geçiş dönemine denk geliyor. Bu çerçevede Türkiye’nin son yıllarda Orta Doğu’dan Afrika’ya, Balkanlar’dan Kafkasya’ya kadar gözlemlenen iddialı dış politika hamlelerini bu çerçevede değerlendirebiliriz. Dağlık Karabağ’daki çatışmalarda Türkiye’nin Ermenistan’a karşı Azerbaycan’a sağladığı askeri destek, Katar ve Somali’de kurulan askeri üsler, dünyanın değişik bölgelerinde insansız hava araçlarından donanma gemilerine kadar Türkiye’nin giderek artan savunma sanayi ihracatı ile 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte pek çok kez Rus ve Ukraynalı müzakere heyetlerinin İstanbul’da ağırlanması gibi örnekler Türkiye’nin bu aktif ve iddialı dış politikasının yalnızca birkaç göstergesi.
Orta büyüklükte bir güç olarak Türkiye’nin dış politikasını değerlendirmek için iki temel noktaya odaklanmakta fayda var. Bunlardan birincisi, Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve askeri olarak proaktif bir dış politika izleyecek kapasitesinin olup olmadığı sorusu, ikincisi ise Türk siyaset yapıcıların böyle bir rolü üstlenme konusunda istekli olup olmadıkları. Türkiye hem Müslüman nüfusunun çoğunlukta olmasına rağmen laik, demokratik rejime sahip bir ülke olarak hem de İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde NATO, Avrupa Konseyi, AGİT gibi Batı dünyasının belli başlı kurumsal yapıları içinde yer almış ve 1999 itibariyle de Avrupa Birliği’ne adaylık statüsü elde etmiş bir aktör olarak temel hatlarıyla böyle bir potansiyele sahip.
Özellikle 2000’li yılların başlarında büyüyen ekonomisiyle ve pek çok ülke ile geliştirdiği ticari ilişkileriyle birlikte Türkiye’nin bu potansiyelini önemli ölçüde arttırdığını da söyleyebiliriz. Yine aynı dönemde Türkiye’nin Suriye-İsrail arasındaki müzakerelerde ve İran’ın nükleer programıyla ilgili yaşanan sorunlarda önemli diplomatik girişimlerinin ve çabalarının olduğunu biliyoruz. Bu dönem içerisinde, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin, Türkiye’nin bölgesel bir güç olma iddiasını yansıtan proaktif dış politika hamleleri, Türk politika yapıcılarının bu konuda istekli olduklarını da bizlere açıkça gösterdi.
Bununla birlikte, gerek Arap ayaklanmalarıyla değişen bölgesel dinamikler bağlamında gerekse de 15 Temmuz 2016’da yaşanan başarısız darbe girişimi sonrası, Türk dış politikasında daha çok askeri hamlelerin öne çıktığı ve Türkiye’nin yumuşak gücünün geri planda kalmaya başladığı bir dönemden geçtiğimizi gözlemliyoruz. Bu çerçevede, ekonomi alanında ve ülkenin demokratik standartlarında yaşanan sorunların Türkiye’nin yumuşak güç algısını olumsuz yönde etkilediği de söylenebilir. Türkiye’nin yaklaşık son on yılına baktığımız zaman, iddialı bir bölgesel güç olmaya odaklı dış politikasının devam ettiğini, ancak bu vizyonun Irak ve Suriye’de gerçekleştirilen sınır ötesi terörle mücadele operasyonları, farklı ülkelerle geliştirilen askeri işbirlikleri, savunma sanayi yatırımları ve ihracatı gibi daha çok sert güç unsurları çevresinde şekillendiğini görüyoruz.
Türkiye her ne kadar yukarıda sözü edilen atılımlarla uluslararası sistemde ciddiye alınan bir aktör olarak kendisini kabul ettirmiş olsa da, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bundan sonraki süreçte de sert ve yumuşak güç unsurlarının daha dengeli ve iç içe geçtiği bir dış politikayla hem bölgesel hem de küresel güç aktarımı kapasitesini arttırabilir. Joseph Nye’ın “akıllı güç” kavramsallaştırması çerçevesinde şekillenecek böyle bir dış politika vizyonu, Türkiye’nin sahip olduğu çok değerli jeostratejik konum, kültürel miras, ekonomik potansiyel, askeri kabiliyetler ve diplomatik beceriler gibi farklı güç unsurlarının etkin bir stratejiyle harmanlanmasına olanak sağlar. Bu sayede, Türkiye’nin bölgesel güç iddiası daha sürdürülebilir ve kalıcı bir zemine oturtulabilir.
Mehmet Ali Tuğtan, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Dr. Mehmet Ali Tuğtan, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Uluslararası sistemde Amerikan hegemonyasının krizi 11 Eylül saldırıları ile başlamış ve 2008 sonrası derinleşerek yapısal bir hal almıştır. Bunu izleyen dönemde (2008’den bugüne) belirginleşmeye başlayan gevşek çok kutupluluk içinde bir orta boy güç olarak Türkiye, önce Orta Doğu’da bölge barışı adına aldığı arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık inisiyatifleriyle öne çıkmıştır. Bu bağlamda, daha sonra “Türkiye’de eksen kayması” tartışmalarına vesile olan Davos’taki “One Minute!” çıkışı, bu durumun ilk emarelerinden sayılabilir. Bir başka erken sayılabilecek emare, 2010’da İran ile nükleer görüşmeler çerçevesinde Brezilya ile yapılan ortak girişimdir. Nitekim Türkiye, takip eden on yılda (2010’lar) gideren artan ölçüde literatürün öngördüğü anlamda bir orta boy güç gibi davranmaya başlamıştır: Türkiye’nin Suriye iç savaşı sırasında dönem dönem hem ABD hem de Rusya ile çatışan politikaları, İran ile kurduğu enerji ve ticaret karşılıklı bağımlılığı, Afrika’da artan etkinliği, Rusya ile geliştirdiği stratejik ilişki, Ukrayna savaşı sırasında izlediği denge politikası, yakın zamanda Karabağ savaşı ve ardından Suriye devriminde oynadığı aktif rol, bu durumun örnekleri olarak anılabilir. Aynı süreç içerisinde Türkiye, savunma sanayiinde dışa bağımlılık oranlarını azaltırken ticaret ve sermaye kaynaklarını çeşitlendirmeye çalışmış ve Soğuk Savaşın başından bu yana ideolojik ve kurumsal ilişkiler içinde olduğu transatlantik bloğunun hem AB hem de ABD ayakları ile daha transaksiyonel bir ilişki geliştirmiştir. Bütün bu adımlar, uluslararası ilişkiler literatüründe küresel düzensizlik dönemlerinde orta boy bir gücün davranış paternlerine dair varsayımlarla uyumludur.
Türkiye bir orta boy güç olarak hegemonik istikrarın ve tek kutupluluğun sürdüğü 1990’larda da arabulucu ve kolaylaştırıcı rolü oynamıştır. Özellikle 1996-2001 arasında dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in dış politika vizyonu Türkiye’yi bölgede herkesle konuşabilen ve herkesin konuşabildiği bir aktör olarak konumlandırmıştır. Bu tavır ve konum, 2009’a dek sürmüştür. Ancak Türkiye 2009 sonrasında, özellikle Orta Doğu meselelerinde bu konumu yitirerek giderek artan sayıda çatışmada doğrudan taraf olmuştur. İdeolojik ve iç politika saiklerine yönelik bu tarafgirliğin bedelini, bölgedeki etkinliğini ve bir arabulucu olarak saygınlığını yitirerek öderken, özellikle Suriye iç savaşı sırasında izlenen siyaset öngörülen zaman çerçevesi içinde amacına ulaşamadığı gibi, Türkiye’nin içeride büyük bir sığınmacı nüfusuna ev sahibi olmasıyla, dışarıda ise az önce değindiğimiz üzere sahadaki her iki büyük güçle de (ABD ve Rusya) değişik zamanlarda çatışmasıyla sonuçlanmıştır. Bu süreçten alınan acı dersler 2010’ların sonundan itibaren tekrar daha makul bir çizgiye dönülmesine yol açarken, Ukrayna gibi örneklerde dengeli ve makul bir politika izleyen Türkiye’nin bölgesel ve küresel ağırlığını hala etkinlikle kullanabileceğini göstermiştir. Konuya kapasite sınırlılıkları açısından bakmak gerekirse, Arap Baharı sırasında izlenen politikanın yukarıda kısaca özetlenen sonuçlarını hatırlamak yeterlidir: Kültürel güç, toplam gücün hesaba katılması gereken önemli bir unsuru olmakla birlikte, bir güç çarpanı değildir. Bu akılda tutularak Türkiye’nin bir orta boy güç olduğu gerçeğinden köklenen politikalar izlendiği sürece dış politikada kapasite hesabının yanlış yapılmasından kaynaklanan bir sıkıntı çıkmayacaktır.
Türkiye’nin bir orta boy güç olarak izlemesi gereken politikayı, bir slalom kayakçısına benzetebiliriz. Öncelikle, pistin kenarlarında bariyerler vardır. Uluslararası sistemde bunlar, muhatap olduğunuz büyük güçlerdir ve nasıl ki bir slalom kayakçısı bariyerlere çarpmaktan kaçınmalı ise, orta boy bir güç de büyük güçlerle çatışmaya girmekten kaçınmalıdır. İkinci olarak, pistteki engellerden söz etmemiz gerekir: Uluslararası sistemde bunların karşılığı, orta boy bir güç olarak karşılaştığınız dönemsel sorunlar, bölgesel savaşlar, ekonomik krizler ya da Covid 19 pandemisi gibi acil durumlardır. Bu engellere takılmadan, onlar nedeniyle hızını yitirmeden ilerleyebilen aktörler, uzun dönemde daha avantajlı bir konum elde edecektir. Son olarak, kayakçının kendi çabası ile ürettiği hızından bahsedebiliriz: Uluslararası ilişkilerde bu, orta boy bir gücün sürdürülebilir ekonomik büyüme, beşeri ve mali sermayesini geliştirme, yüksek teknoloji ve katma değer üreterek buradan elde ettiği geliri toplumsal refah ve artan uluslararası güce tahvil etme sürecidir. Bu son unsur içeride toplumsal mutabakat, ahlak, erdem ve meritokrasinin hakimiyetiyle ilişkili olarak artar veya azalır. Toplumsal mutabakatın zayıfladığı ve kutuplaşmanın arttığı; toplumsal ahlakın ve birlik duygusunun çöktüğü; çevre başta olmak üzere kamu kaynaklarını yağmalamanın cezasız kaldığı; halkın hukuk ve adalete inancının tükendiği; kayırmacılığın ve yandaşlığın bir sosyal yükselme aracı haline geldiği bir ülkenin hızla ilerlemesi mümkün değildir.
Dr. Karel Valansi
Karel Valansi, doktora derecesine sahip bir akademisyen olup, Global Academy uzmanı ve Global Panorama’nın yardımcı editörüdür. Daha önce İstanbul Kültür Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmış; T24 ve Şalom Gazetesi’nde Orta Doğu meselelerine odaklanan bir siyasi köşe yazarı olarak görev yapmıştır. Akademik ilgi alanları arasında Güvenlik Çalışmaları, Orta Doğu, Filistin meselesi, Türkiye-İsrail ilişkileri ve Türk dış politikası yer almaktadır. Dış Politikada Kadın Girişimi’nin (Women in Foreign Policy Initiative) üyesi olan Valansi, dini azınlık hakları ve kadınların güçlendirilmesi konularını destekleyen birçok inisiyatifte aktif rol almaktadır. Hilal ile Magen David: Türk Kamuoyu Merceğinden Türkiye-İsrail İlişkileri adlı kitabın yazarıdır. Analizlerine karelvalansi.com adresinden ulaşabilirsiniz. Twitter’da @karelvalansi ve Bluesky’da karelvalansi.bsky.social adreslerinden takip edebilirsiniz.
Bu yazıya atıf için: Dr. Karel Valansi, "Panorama Soruyor: Orta Büyüklükte Bir Güç Olarak Türkiye’nin Dış Politikası – Karel Valansi" Global Panorama, Çevrimiçi Yayın, 26 Haziran 2025, https://www.globalpanorama.org/2025/06/orta-buyuklukte-bir-guc-olarak-turkiyenin-dis-politikasi/
Copyright @ 2025 Global Academy. Design & Development brain.work
Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına / yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.