Çin’in Hegemon Devlet Olma Potansiyeli – Filiz Aydın Cevher

28 Ekim 2025
23 dk okuma süresi

Günümüzde her şeyin hızlıca değiştiği bir döneme tanıklık ediyoruz. Değişip, aynı işleyişin farklı bir dönemine mi adım atıyoruz yoksa dönüşüp tümüyle başka bir işleyişe mi evriliyoruz? Bu süreci anlamaya çalışırken, döneme uygun biçimde eskiyle-yeni arasında salınıyoruz, mevcut kavramları kullanırken yeni kavramlar gerekiyor duygusundan kaçınamıyoruz, hareket noktamızı/noktalarımızı belirlemekte zorlanıyoruz, tarihte dönüp yaşanan benzer süreçleri yardıma çağırıyoruz… Bu belirsizlik sürecinde açık olan bir şey varsa o da bu denli bütüncül bir işleyişi kendi disiplinlerimizin sınırlılığında anlayamayacağımız, kendi disiplinlerimizin sınırlarını genişletmemizin ve kolektif bilgi üretimi için bir araya gelmemizin zorunluluğu.

Bu süreci anlama çabası bağlamında, devletlerarası işleyişte neler oluyor sorusunu, Çin’in hegemon devlet olma potansiyeli üzerinden değerlendirmeye çalıştık. Aşağıda yer alan sorulara farklı perspektiflerden katkılarını sunarak okuyuculara zengin bir okuma imkânı sağlayan  Altay Atlı, Ceren Ergenç, Burak Gürel ve Çağla Kılıç’a teşekkür eder, keyifli okumalar dileriz.

1.     Günümüzde küresel işleyişi ve bu işleyişte Çin’in konumunu kısaca değerlendirir misiniz?

2.     Hegemon devlet potansiyeli açısından Çin’in avantajları ve dezavantajları nelerdir?

3.     Çin dışında hegemon devlet pozisyonuna yakın hangi devletlerden söz edebiliriz ya da hegemon gücün tesisinde hangi devlet ve bölgeler etkili olacaktır?

4.     Önceki dönemlerle kıyaslandığında hegemon güç olmada süreklilikleri ve farklılaşmaları değerlendirebilir misiniz?

*. *. *

Dr. Altay Atlı, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı

“Bu çerçevede ABD ve Çinin konumlarını değerlendirirken, günümüz uluslararası sistemini, “çok kutuplu” tanımlamak yerine, klasik güç merkezleri anlayışını aşan, rekabet ile iş birliğinin eşzamanlı yaşandığı, etkileşimlerin ağlar üzerinden yürüdüğü ve hâlâ birçok belirsizlik de barındıran bir kutuplar sonrası (post-polar)” geçiş süreci olarak görmenin daha uygun olduğunu düşünüyorum.”

Günümüzde uluslararası sistem köklü bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Bugünün uluslararası ortamı, rakip güçlerin belirli alanlarda yoğun bir rekabet içindeyken, aynı zamanda diğer alanlarda iş birliği yapabildiği bir dinamik üzerine kuruluyor. Teknoloji, ticaret, iklim değişikliği, enerji güvenliği ve bölgesel istikrar gibi konularda hem çıkar çatışmaları hem de ortak bağımlılıklar iç içe geçmiş durumda. Bu durum, küresel düzenin artık katı bloklara değil, esnek, çok katmanlı ve ağ temelli ilişkilere dayandığını gösteriyor ve dolayısıyla 20. yüzyılın güç dengelerini açıklayan “kutup” kavramı, günümüzü  tanımlamakta yetersiz kalıyor. Bu nedenle bence günümüz dünyasında ABD ve Çin’i 20. yüzyıldaki anlamıyla birer “kutup” olarak görmek mümkün değil. Bu ülkeler küresel sistemin en etkili iki aktörü olsalar ve belirli alanlarda öne çıksalar da (ABD finans, inovasyon ve güvenlik alanlarında; Çin imalat, ticaret ve altyapı yatırımlarında) hiçbiri küresel sistemi tek başına yönlendirebilecek bir hegemonya kuramıyorlar. Bu çerçevede ABD ve Çin’in konumlarını değerlendirirken, günümüz uluslararası sistemini, “çok kutuplu” tanımlamak yerine, klasik güç merkezleri anlayışını aşan, rekabet ile iş birliğinin eşzamanlı yaşandığı, etkileşimlerin ağlar üzerinden yürüdüğü ve hâlâ birçok belirsizlik de barındıran bir “kutuplar sonrası (post-polar)” geçiş süreci olarak görmenin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Bu süreçte Çin, ekonomik gücünün sağladığı ivmeyle daha fazla söz sahibi olmak ve yeni düzenin inşasında belirleyici bir rol üstlenmek istiyor.

Çin’in hegemon devlet potansiyeli açısından birkaç önemli avantajı bulunuyor. Öncelikle ekonomik büyüklüğü ve küresel ticaretteki merkezi rolü, ülkeyi sistemde belirleyici bir aktör haline getiriyor. Üretim kapasitesi, teknoloji yatırımları ve Kuşak ve Yol Girişimi gibi küresel altyapı projeleri, Çin’in uluslararası düzlemdeki etkisini artırıyor. Ayrıca artan finansal gücü, dünyanın farklı bölgelerindeki stratejik yatırımları, sağladığı krediler ve kalkınma finansmanı aracılığıyla başka ülkelerle ilişkilerini güçlendirmesini sağlıyor. Buna karşılık Çin’in bazı dezavantajları da var. Öncelikle, mevcut uluslararası sistemde normatif ve ideolojik açıdan tam kabul görmemesi, Batı merkezli kurumlarda etkili bir liderlik konumuna ulaşmasını zorlaştırıyor. Diğer taraftan, askeri kapasitesi ve küresel güvenlik alanındaki etkisi son dönemlerde artsa da ABD ile kıyaslandığında hâlâ sınırlı. Ayrıca, yumuşak güç açısından da Çin’in etkisi oldukça kısıtlı. Kültürel çekicilik, değerler ve küresel kamuoyu üzerindeki etki bakımından hâlâ ABD’nin bu alandaki hegemonyasını zorlayacak seviyede değil. Sonuç olarak Çin’in hegemon potansiyeli belirli alanlarda güçlü olmakla birlikte, klasik anlamda bir küresel hegemonya kurmasını engelleyen yapısal ve kurumsal faktörler bulunuyor.

Bence Çin ve ABD dışında günümüz uluslararası sisteminde klasik anlamda hegemon devlet statüsüne yaklaşan bir aktör görünmüyor. İlk akla gelebilecek olan Avrupa Birliği, ekonomik ve normatif ağırlığına rağmen, üye devletleri ortak bir çıkar etrafında birleştirme ve tek bir sesle hareket etme kapasitesini giderek kaybediyor. BRICS, küresel gündemde ses getirse de üyeleri arasında güçlü bir ortaklık veya uyum bulunmayan, esas olarak bir diyalog platformundan öteye geçemiyor. Üyelerinin tek ortak noktası, dile getirdikleri farklı bir küresel sistem talebinden ibaret. Bölgesel ölçekte Hindistan, Brezilya veya Japonya gibi ülkeler belirli alanlarda etkili olabilir, ancak küresel hegemonik kapasiteye sahip değiller. Rusya ise uluslararası toplumdan giderek izole olmuş durumda ve bu izolasyon, Ukrayna’daki savaş bugün sona erse bile öngörülebilir gelecekte devam edecek gibi görünüyor. Dolayısıyla günümüz dünyasında hegemon güç potansiyeli en belirgin olarak ABD ve Çin’de yoğunlaşıyor, diğer aktörler ise ancak bölgesel veya tematik ölçekte sınırlı etkiler yaratabiliyorlar.

Önceki dönemlerle kıyaslandığında, hegemon güç olmanın doğası ve işleyişi önemli ölçüde farklılaşıyor. 20. yüzyılda ABD ve Sovyetler Birliği gibi güçler, kendi etki alanlarını belirgin sınırlarla şekillendirebiliyor, uyduları ve blok ülkeleri aracılığıyla küresel sistemi doğrudan kontrol edebiliyorlardı. O dönemde hegemonya büyük ölçüde hiyerarşik ve blok temelli bir yapı üzerinden yürüyordu. Bugün ise devletler arasındaki ilişkiler giderek ağ temelli, çok boyutlu ve karşılıklı bağımlılıklara dayalı bir hâl alıyor. ABD ve Çin gibi güçlü aktörler, hâlâ sistemde belirleyici olsalar da, diğer aktörlerle hem rekabet hem de iş birliği ilişkilerini aynı anda yürütmek zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla hegemonya artık tek merkezli bir kontrol üzerinden değil, esnek ve çok katmanlı güç ağlarının dengesiyle tanımlanıyor. Bu açıdan günümüz düzeni, 20. yüzyılın hiyerarşik blok sistemiyle kıyaslandığında temel bir farklılık gösteriyor. Süreklilik ise hâlâ bazı aktörlerin ekonomik, askeri ve teknolojik üstünlükleriyle belirleyici olmalarında.

*. *. *

Küresel Düzenin Dönüşümü ve Çinin Hegemonya Potansiyeli

Doç. Dr. Ceren Ergenç, CEPS

İkinci Soğuk Savaş’ın süper güçleri ABD ve Çin, yüksek teknoloji tedarik zincirlerine ve bu üretim süreçlerini denetleyecek uluslararası kurum ve süreçlere hakimiyet için mücadele etse de, esnek küresel ilişkiler, çoğu ülkeye birden fazla küresel ve bölgesel ölçekte etkili devletle nispeten dengeli ilişkiler kurma fırsatını tanıyor.”

Neoliberalizme yönelik artan hoşnutsuzluk ve alternatif siyasal-ekonomik modellerin yükselişi küresel kapitalizminin günümüzdeki koşullarını tartışmaya açtı. Bu tartışmaların odağında, devletlerin, piyasaları ve küresel kurumları nasıl şekillendirdiği var. Çin’in Asya’nın “kalkınmacı devlet” modelini kendi koşullarına adapte ederek yükselişi, devletin sanayi politikalarını yönlendirdiği “devlet kapitalizmi”ne olan ilgiyi artırıyor. 2008 küresel finans krizinden beri, küreselleşmenin hızı düşüp çokuluslu şirketlerin üretimi farklı ülkelere yayma eğilimi azaldı; buna karşın yeşil ve dijital teknolojiler, gelişmiş ülkelerde yeniden sanayileşmeyi teşvik ederken, gelişmekte olan ülkelerde de yeni sanayi hedeflerini destekledi. Bu gelişmeler, özel sermayenin giderek devletin yönlendirdiği kalkınma stratejilerine daha sıkı biçimde eklemlendiği yeni bir küresel kapitalist düzeni yansıtıyor.

Kriz sonrası dönemde finansal neoliberalizm, özellikle Küresel Kuzey’de devlet stratejilerini yeniden şekillendirdi. Sanayi politikası yeniden temel bir ekonomik araç hâline geldi. Avrupa’da bu durum, yeşil sanayi stratejileri ve kamu yatırımlarına dayalı finans politikalarıyla görülürken; ABD’de Enflasyonu Düşürme Yasası gibi korumacı çerçevelerde ortaya çıkıyor. Ancak bu yeni devlet kapitalizmi biçimi, finansallaşmadan kopuş anlamına gelmiyor; aksine, finansal araçları kullanarak sermayeyi yeniden yönlendirmeyi, yani piyasayı yönlendirmeyi amaçlıyor. Yani, bu gelişmeler klasik devlet kapitalizmine dönüş değil, neoliberalizmin krizler içinden geçerek evrilmesi. “İkinci Soğuk Savaş” olarak da adlandırılan bu dönem, 20. yüzyıldaki Soğuk Savaş gibi iki ekonomik ve ideolojik blok arasında değil, küresel kapitalist sistem içinde teknoloji altyapıları ile üretim ve finans pazarlarını domine etme yarışı olarak tezahür ediyor. Devletler, bu yarış için gerekli olan kaynakları sadece siyasi ittifaklar yoluyla değil, tedarik zincirlerine bağımlılık yaratarak sağlamaya çalışıyor.

İkinci Soğuk Savaş’ın süper güçleri ABD ve Çin, yüksek teknoloji tedarik zincirlerine ve bu üretim süreçlerini denetleyecek uluslararası kurum ve süreçlere hâkimiyet için mücadele etse de, esnek küresel ilişkiler, çoğu ülkeye birden fazla küresel ve bölgesel ölçekte etkili devletle nispeten dengeli ilişkiler kurma fırsatını tanıyor. Doğrudan dış yatırımlar artık yalnızca maliyet ya da pazar büyüklüğüyle değil, tedarik zinciri güvenliği ve teknolojik üstünlük gibi faktörlerle belirleniyor. Bu yeni düzen, “küreselleşmenin sonu”ndan çok, devletler öncülüğünde bir küreselleşmeye işaret ediyor, yani devletlerin, jeopolitik önceliklerine uygun biçimde piyasaları ve üretim coğrafyalarını yeniden şekillendirdiği bir döneme.

“Devlet güdümlü küreselleşme” içinde, ABD ve Çin, artık ulaşım, enerji, dijital altyapılar, kritik tedarik zincirleri ve finans gibi alanlarda dünya çapında üstünlük için rekabet ediyor. Çin’in benimsediği devlet güdümlü model, piyasa dinamiklerini takip etmek yerine, özel sermayeyi ve tedarik zincirlerindeki ülkeleri yönlendirerek kritik teknolojilerde ve tüketici pazarlarında küresel hegemonya kurmayı hedefliyor.

Bu yeni dönemin ayırt edici özelliği, devlet ve piyasa aktörlerinin rollerinin ve kullandıkları araçlar arasındaki ayrımın silikleşmesi. Devletler artık sadece kamu işletmeleri aracılığıyla değil; varlık fonları, finans kurumları, kamu-özel ortaklıkları ve stratejik yatırımlar yoluyla da piyasaları şekillendiriyor ve rakiplerini yönlendiriyor. Bu finansal araçlar yalnızca kalkınma için değil, jeopolitik nüfuz aracı olarak da kullanılıyor. Devletler hem sanayi politikalarının planlayıcısı hem de piyasa aktörü gibi davranıyor; küresel değer zincirlerinin kritik noktalarında kontrol kurarken ekonomilerini uluslararası sermayeyle entegre ediyorlar.

Orta ölçekli ve yükselen güçler, bu devlet güdümlü küreselleşme içinde hem büyük güçlerden yatırım alan partner ülkeler olarak, hem de kendi bölgeleri içinde ve giderek ötesinde, nüfuz mücadelesine giren rakipler olarak hareket edebiliyor; bu şekilde, bölgeler arası bağlantı kurarken stratejik sektörlerde rekabet denkleminde kendilerine yer bulabiliyorlar. İkinci Soğuk Savaş’ın iki özelliğinden biri jeoekonomik rekabete dayanması, diğeriyse üçüncü ülkelerin süper güçler, bölgesel güçler ya da yükselen güçler arasında taraf seçmek zorunda olmaması ve çoklu ittifaklar kurmayı tercih etmesi. Çoklu ittifaklar, Küresel Güney ve orta ölçekli güçleri ABD ve Çin’e karşı görece güçlü kılan bir strateji görevi görüyor.

*. *. *

Hegemonya geçişinden ziyade hegemonya krizinin sürdüğü uzun bir sistemik kaos sürecinin yaşanmasının daha olası olduğunu düşünüyorum.”

Doç. Dr. Burak Gürel,
Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi, Asya Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Direktörü

Çin’in yükselişi, dünya ekonomisini ve jeopolitiğini belirleyen başlıca faktörlerden biri. Çin’in dünya sanayi üretimindeki payı 2000’de %6 iken 2023’te %29’a çıktı; ABD’nin payı ise aynı dönemde %25’ten %17’ye geriledi. Birleşmiş Milletler Sınai Kalkınma Örgütü, Çin’in payının 2030’da %45’e ulaşabileceğini öngörüyor. Bu tahmin gerçekleşmese bile, Çin’in sanayide hâkim konumunu sürdüreceği açık.

Geçmişte sanayi üretiminde önde olan ülkeler kişi başına gelir bakımından da zengindi. Çin ise dev sanayi atılımına rağmen hâlâ orta gelirli. Kişi başına düşen millî gelir –nominal dolar cinsinden– ABD’nin altıda biri, Almanya ve İsrail’in dörtte biri, Güney Kore ve Tayvan’ın yarısından az. Bu farkın iki temel nedeni var. Çin çok geriden gelip hızla sanayileşti, dünya ekonomisinin çevresinden yarı-çevresine sıçradı ama merkeze (emperyalist lige) yükselemedi. Ayrıca küresel üretim zincirlerinde hâlâ nispeten düşük katma değerli alanlarda yoğunlaşıyor.

            Çin devleti, 2049’da küresel teknoloji piyasasına hâkim olma hedefiyle son yirmi yıldır Ar-Ge yatırımlarını artırıyor. Üniversiteler, devlet işletmeleri ve özel sektör bu hedef doğrultusunda büyük devlet kaynaklarıyla destekleniyor. Merkeze tırmanmak için sistematik çaba gösteren, ciddi bir sanayi politikası uygulayan tek yarı-çevre ülkesi Çin.

Günümüzde G7’nin temsil ettiği ekonomik merkez, geçmişte yalnızca –Güney Kore, Tayvan ve İsrail gibi– sayıca az, nüfusu düşük ve jeopolitik bakımdan kendisine yakın ülkeleri bünyesine kabul edebildi. Çin jeopolitik olarak bağımsız ve nüfusu G7’nin toplamının iki katı. Dolayısıyla G7’nin Çin’i entegre edip sindirmesi neredeyse imkânsız. ABD-Çin ilişkilerindeki gerilimin temel nedeni bu yapısal çelişki. Çin ciddi bir krize sürüklenmediği ve kalkınma hedeflerinden vazgeçmediği sürece, bu rekabet askerî boyutlar kazanarak derinleşecek.

Çin’in hegemonik devlet olabilmesi için teknoloji, finans ve askerîye olmak üzere üç temel alanda büyük atılımlar yapması, aynı zamanda ABD’nin bu alanlarda ciddi biçimde zayıflaması gerekiyor. Bu iki süreç eşzamanlı ilerlerse Çin’in hegemon olma ihtimali artar. Çin teknoloji alanında hızla gelişmekle birlikte henüz hâkim konumda değil. Örneğin yarı-iletken sektöründe mesafe alsa da liderlikten uzak. Sermaye hareketlerini denetim altında tutuyor ve yuan tam konvertibl değil. Bu politika geçmişte ekonomik kalkınmayı destekledi, ancak günümüzde hegemonik yükselişin önünde bir engel oluşturuyor. Çin, 40’tan fazla ülkeyle yaptığı swap anlaşmalarıyla yuanı uluslararasılaştırmaya çalışıyor; ancak yuanın dünya döviz rezervlerindeki payı yalnızca %2 civarında.

Askerî güç farkı da büyük. ABD’nin askerî harcamaları –nominal dolar cinsinden– Çin’in üç katı. Çin’in bir miktar harcamayı gizlediği varsayılsa da fark açık. Ayrıca Çin’in ordusu daha çok kendi sınırlarını korumaya odaklı. Ülke dışında yalnızca Cibuti ve Tacikistan’da küçük tesisleri var. ABD ise 80 ülkede 750 civarında üs ve tesise sahip. Dolayısıyla Çin’in askerî liderliği ele geçirmesi kısa vadede olası görünmüyor.

Yine de Çin’in aradaki farkı kademeli olarak azaltmasına yardımcı olabilecek bazı avantajları var. Toprak, nüfus ve ekonomik hacim açısından büyük ölçekli bir ülke olması en önemli avantajlarından biri. Devlet, stratejik hedefler doğrultusunda seferber edebileceği ciddi kaynaklara sahip ve bu kaynakları genellikle etkin biçimde kullanabiliyor. Çin ekonomisinin devlet kapitalizmi karakteri de ülkeye önemli avantajlar sağlıyor. Devlet, özel sektörü desteklese de bankacılık, enerji ve telekomünikasyon gibi kilit sektörleri özelleştirmekten kaçındı. Ayrıca devletin (az ya da çok) pay sahibi olduğu şirketler, ülkedeki toplam şirket sermayesinin yaklaşık üçte ikisini oluşturuyor. Bu maddi temel sayesinde beş yıllık kalkınma planları ile “Yerli İnovasyon” ve “Made in China 2025” gibi stratejik politikalar, karşılaştıkları sorunlara rağmen sembolik düzeyde kalmıyor; fiilen uygulanabiliyor.

G7 ülkelerinde ise tablo farklı. 2008 krizi sonrasında kâr oranlarının düşmesi, özel sektörün yatırım iştahını zayıflattı ve bu ülkelerde ciddi bir yatırım açığına yol açtı. Devletler bu sorunu çözmek için ekonomiye daha fazla müdahale etmeye çalışıyor, ancak neoliberal dönemde büyük ölçüde aşınan müdahale kapasitelerini artırmakta zorlanıyorlar. Çin ile G7 arasındaki bu fark mevcut haliyle devam ederse, Çin’in uzun vadede hegemonik devlet olma olasılığı artar.

Son olarak, ABD’nin göçmen politikasında yaşanan değişimlerin Çin ile rekabeti etkileme potansiyeli de göz ardı edilmemeli. ABD’nin teknolojik yenilik bakımından üstünlüğünün başlıca nedenlerinden biri dünyanın farklı bölgelerinden gelen eğitimli ve yetenekli insanları üniversitelerinde ve şirketlerinde istihdam edebilmesiydi. Trump yönetiminin H1B vizesi başvuru ücretini 100.000 dolara yükseltme kararı mahkemelerden dönmez ve şirketlerin lobi faaliyetleriyle fiilen uygulamadan kaldırılmazsa, ABD’nin inovasyon kapasitesi orta vadede ciddi biçimde zayıflayabilir. Böyle bir durumda ABD-Çin rekabetinde Çin’in lehine giderek büyüyen bir avantaj ortaya çıkabilir.

Çin dışında herhangi bir devletin yeni bir hegemon olarak ortaya çıkmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Büyük bir enerji üreticisi ve askerî güç olan Rusya ile hızla büyüyen bir ekonomik güç olan Hindistan küresel rekabetin seyrini etkileyebilecek en önemli aktörler. Ekonomik güç ile askerî güç, hegemonya döngülerini ve geçişlerini belirleyen temel faktörler olmayı sürdürüyor. Bu çerçevede, yukarıda değinilen teknoloji, finans ve askerîye alanları, mevcut hegemonun konumunu ve yeni bir hegemonun ortaya çıkıp çıkamayacağını gösteren önemli unsurlar olmaya devam ediyor. Bu sürekliliklerin yanı sıra, günümüz küresel rekabetinde bazı önemli yenilikler de dikkat çekiyor. Giovanni Arrighi’nin vurguladığı ekonomik güç ile askerî güç arasındaki ayrışma, bu yeniliklerin en belirgin unsurlarından biri. Elbette bu ayrışmayı mutlak değil, göreli bir eğilim olarak değerlendirmek gerekiyor. Çin’in ekonomik gücündeki artış ve ABD’nin ekonomik gücündeki görece azalma, iki ülkenin askerî kapasiteleri üzerinde kaçınılmaz etkiler yaratıyor. Ancak, ABD ile Çin arasındaki askerî güç farkının kapanması –ABD tarafında yıkıcı bir gelişme yaşanmadığı sürece–son derece zor görünüyor. Bu nedenle, hegemonya geçişinden ziyade hegemonya krizinin sürdüğü uzun bir sistemik kaos sürecinin yaşanmasının daha olası olduğunu düşünüyorum.

Geçmişte hegemonya rekabeti, emperyalistler arası rekabet biçiminde yaşanıyordu. Bugün ise farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Yarı-çevrede bulunan ve merkeze sıçramaya çalışan Çin ile bunu varoluşsal bir tehdit olarak gören ABD liderliğindeki G7 arasındaki mücadele küresel rekabeti şekillendiriyor. Tarihsel ve teorik açıdan son derece ilginç olan bu durumun dikkatle incelenmesi gerekiyor.

*. *. *

Dr. Çağla Kılıç, Bilkent Üniversitesi

“Gücün Xi Jinpingde toplanmış olması ve kollektif karar alma sürecinin olmaması, Mao dönemi saldırgan ve cesur politikaların Xi tarafından da uzun vadede izlenip izlenemeyeceği sorusunu doğurmakta ve bu öngörülemezlik Çinin hegemon olma potansiyelini sınırlamaktadır.”

Çin’in küresel sistemde hegemon güç olma potansiyeli son yıllarda özellikle Uluslararası İlişkiler literatüründe en çok tartışılan konulardan biri olmuştur. Ekonomik büyüklüğü, teknolojik kapasitesi, özellikle Xi Jinping döneminde artmış olan askeri harcamaları, askeri modernizasyonu ve uluslararası kurumlara giderek artan katılımı, Çin’i hegemon bir güç olma yolunda ciddi bir aday hâline getirmiştir. Çin’in bu süreçte en önemli avantajı, mevcut Amerikan merkezli liberal düzenin alternatifi olarak çok kutuplu veya Çin öncülüğünde yeni bir uluslararası sistem önerme kapasitesidir. ABD’nin uzun süreli tek kutuplu (unipolar) hâkimiyetinden rahatsız olan ya da yaptırımlardan dolayı zorlanan birçok ülke için Çin’in önerdiği daha esnek, ulusal egemenliğe vurgu yapan model cazip görünmektedir. Dahası, Çin, ekonomik büyüklük, teknoloji yatırımları, Kuşak ve Yol Girişimi gibi küresel projeler ve Asya Altyapı Yatırım Bankası gibi kurumlar aracılığıyla sistemde derinleşen bir etki alanı yaratmaktadır. Bu, yalnızca askeri güçle değil, kurumsal hegemonya yoluyla da liderlik potansiyeli taşıdığını göstermektedir.

Ancak bu süreç yalnızca maddi kapasiteyle açıklanamayacak kadar karmaşık olup, tarihsel, ideolojik ve algısal engellerle de şekillenmektedir. Bu nedenle Çin’in hegemon güç olma yolunda ciddi dezavantajları da bulunmaktadır. Bu dezavantajlardan biri, Çin’nin hegemonluğu altındaki bir sistemin öngörülemezliğidir (unpredictability). Hegemonluğa yükselen her güç, sistemdeki diğer aktörler tarafından potansiyel bir tehdit olarak algılanma riski taşır. Tam olarak bu sebeple de Realist teoriler, her yeni büyük gücün dengelemeyle (balance of power) karşılaşacağını öngörür. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde, ABD örneğinde bu teori tam anlamıyla işlemedi. Bunun ana sebeplerinden biri ABD’nin hegemonyasının bir tehdit olarak algılanmamasıydı. Yani Realist teorilerin iddialarının aksine ABD, diğer devletler tarafından dengelenmesi gereken bir tehdit olarak görülmedi. Burada “tehdit algısı”nın olmaması da ABD’nin hegemonluğa gidişinde önemli bir unsur oldu.

Deng Xiaoping’in ve Hu Jintao’nun uyguladığı “low profile diplomacy” (düşük profil diplomasisi) ve “peaceful development” (barışçıl gelişme) politikaları ve anlayışları da aslında bu tehdit algısını azaltmak üzerine kurulmuştu. Bu durum Xi Jinping döneminde biraz değişmiştir. Xi, Deng Xiaoping’den itibaren diğer Çin liderlerinin aksine daha dayatmacı bir politika izlemiştir. Deng Xiaoping sonrası dönemde, kolektif liderlik anlayışı büyük ölçüde zayıflamış ve karar alma süreçleri Xi Jinping etrafında yoğunlaşmıştır. Bazı akademisyenler, Xi’nin Mao’ya benzer şekilde kişiselleştirilmiş bir iktidar kurduğunu savunmaktadır. Bu durum, hem içeride otoriterleşmeyi artırmakta hem de dışarıda “revizyonist” bir Çin algısını güçlendirerek tehdit algısını yükseltmektedir. Bütün bunlar, özellikle son dönemde tehdidin nasıl algılandığında belirleyici rol oynamıştır. Dolayısıyla, dünya ABD’nin hegemon güç olduğu bir dünyayı görmüş ve iyi kötü hazırlıklıdır. Ancak Çin’in nasıl bir hegemon olacağı, yaklaşımları, politikaları, henüz bilinmemekte, bu bilinmezlik de bir çekince yaratmaktadır. Özellikle gücün Xi Jinping’de toplanmış olması ve kollektif karar alma sürecinin olmaması, uzun vadede Mao dönemi saldırgan ve cesur politikaların Xi tarafından da izlenip izlenemeyeceği sorusunu doğurmakta ve bu öngörülemezlik Çin’in hegemon olma potansiyelini sınırlamaktadır.

Batılı ülkeler nezdinde bakıldığında ise Çin tercih edilen bir hegemon güç değildir. Çünkü ABD sadece bir hegemon güç değil, aynı zamanda dünyaya demokrasiyi, liberal değerleri yaymayı kendine rol edinmiş bir normatif bir güçtür. Her ne kadar son dönemde bu normatif bakış açısı azalmış olsa da algı hâlâ bu yöndedir. Bu da özellikle batılı demokrasilerin, hegemon güç olarak kendilerinden birini daha otoriter bir güce tercih etmesine sebep olmaktadır.

Çevre ülkelerin perspektifinden bakıldığında ise, Çin’in çevresindeki ülkeler tarih boyunca zaman zaman Çin’in siyasi, ekonomik veya kültürel baskısıyla karşılaşmışlardır. Vietnam, Kore, Japonya, Hindistan ve Güneydoğu Asya ülkeleri, Çin’e karşı stratejik şüphecilik geliştirmiştir. Bu tarihsel hafıza, Çin’in bölgesel liderliğini kabul etmeyi zorlaştırmakta ve ittifak kurma kapasitesini kısıtlamaktadır.

Son etmen ise “Tianxia” anlayışıdır. “Tianxia”, Çin merkezli hiyerarşik bir dünya düzeni fikrine dayanır. Çin üstünlüğü kabul edildiği sürece diğer devletlere refah vaat edildiği düşünülür. Mao döneminde bu geleneksel model reddedilmiş olsa da günümüzde bazı söylemlerde dolaylı biçimde yeniden ortaya çıkması, çevre ülkelerde rahatsızlık yaratmaktadır. Bu durum, Çin’in “eşitler arasında bir lider” olarak değil, “hiyerarşik bir merkezin başı” olarak algılanmasına yol açabilir. Dolayısıyla, avantajlarına rağmen üstesinden gelemediği “tehdit algısı” hâlâ hegemon güç olma yolunda bir sorun oluşturmakta ve ABD’yi dengelemesine engel olmaktadır.

Filiz Aydın Cevher

Dr. Filiz Aydın Cevher, Global Academy’de araştırmacı ve Global Panorama dergisinde yardımcı editördür. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Yüksek Lisansını TODAİE Kamu Yönetimi Bölümü’nde ve doktorasını Ankara Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümü’nde tamamlamıştır. Zaman, ekonomi politik ve milliyetçilik başlıca çalışma alanlarıdır. 

Bu yazıya atıf için: Filiz Aydın Cevher, "Panorama Soruyor: Çin’in Hegemon Devlet Olma Potansiyeli – Filiz Aydın Cevher" Global Panorama, Çevrimiçi Yayın, 28 Ekim 2025, https://www.globalpanorama.org/2025/10/cinin-hegemon-devlet-olma-potansiyeli-filiz-aydin-cevher/

Bülten Aboneliği

Sosyal Medyada Paylaşın

PDF Kaydedin / Çıktı Alın

Copyright @ 2025 Global Academy. Design & Development brain.work

Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına / yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.

Bülten Aboneliği

Güncellemelerden haberdar olmak için bültenimize abone olun.