Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte, NATO’nun varlık nedeni tartışmaya açılmış; “tehditsiz bir ortamda kolektif savunma örgütünün ne işe yarayacağı” sıklıkla sorgulanmıştı. Varşova Paktı’nın ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü, birçok gözlemcinin gözünde NATO’nun da tarihsel misyonunu tamamladığı anlamına geliyordu. Ancak aradan geçen otuzbeş yılda bu beklentilerin hiçbirinin gerçekleşmediği görüldü. NATO, aksine, kendini yeni jeopolitik gerçeklere en hızlı uyarlayan uluslararası örgütlerden biri hâline geldi. Bugün, NATO’nun işlevini yitirdiğini savunan söylemler sadece akademik tartışmalarda değil, Türkiye’de kamuoyunda da yeniden yankı buluyor. Özellikle bir Yunan gazetesinin “Türkiye için V. Madde artık ölüdür” başlıklı haberi, bu tartışmayı tekrar alevlendirdi. Oysa bu tür iddialar, hem NATO’nun işleyiş mantığını hem Türkiye’nin güvenlik stratejisindeki yerini eksik okuyan yaklaşımlardır.
NATO’nun tarihindeki en dikkat çekici özellik, stratejik adaptasyon kapasitesidir. 1991 yılından sonra örgüt, tehdit kavramını yeniden tanımlamış ve bir “askeri savunma ittifakı” olmanın yanı sıra, kriz yönetimi, istikrar sağlama ve güvenlik yönetişimi aracı haline de gelmiştir. 1990’larda Balkan müdahaleleriyle, NATO’nun klasik V. Madde dışı krizlere yanıt verebilme kabiliyeti sınandı. Berlin+ düzenlemeleri ile Avrupa Birliği’nin güvenlik ve savunma politikasıyla eşgüdüm kuruldu; AB’nin askerî operasyonlarında NATO altyapısının kullanımı mümkün hale geldi. Öte yandan, Barış İçin Ortaklık (BİO) girişimiyle eski Doğu Bloku ülkeleriyle ilişkiler derinleştirildi, böylece NATO Avrupa güvenliğinin kurumsal çerçevesi olmaya devam etti.
2001 sonrası dönemde ise terörle mücadele, siber tehditler, enerji güvenliği ve hibrit savaş gibi yeni risk alanları örgütün doktrinine dahil edildi. 2010 ve 2022 Stratejik Konsept belgerinde NATO, bu süreçte “kolektif savunma” (V. Madde) ilkesinin yanına “kolektif güvenlik” anlayışını ekleyerek küresel bir güvenlik aktörü haline geldi.
V. Madde’nin Gerçek Anlamı ve Yanlış Yorumları
V. Madde, NATO’nun adeta varlık nedenidir. Washington Antlaşması’nın V. maddesi açıkça, “Bir veya birkaç müttefike yönelik silahlı saldırının, tüm müttefiklere yapılmış sayılacağını” hükme bağlar. Bu ilke, sadece hukuki değil, aynı zamanda psikolojik bir caydırıcılık unsurudur.
Bugüne kadar V. Madde bir kez, 11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan terör saldırılarının ardından uygulanmıştır. Bu tek örnek, kimi çevrelerce “Madde’nin etkisizliği” olarak sunulsa da, aslında caydırıcılığın işlediğinin kanıtıdır, zira caydırıcılık, kullanılmadan sonuç veren güçtür. Bir NATO üyesine saldırmayı düşünen herhangi bir aktör, diğer 31 üyenin devreye gireceğini mutlaka göz önüne alarak stratejisini belirler.
Türkiye için de bu madde, her zaman geçerlidir. “Türkiye için V. Madde ölüdür” iddiası, ne hukuken ne siyasi olarak temellendirilebilir. Zira NATO Antlaşması’nda hiçbir hüküm, bir ülke için bu güvenceyi askıya almaz. Bir üyenin dışlanması veya ittifaktan çıkarılması da hiçbir şekilde Antlaşma hükümleriyle mümkün değildir (Bkz. Washington Antlaşması, 5. ve 13. maddeler).
Bu nedenle, V. Madde’nin Türkiye için “işlemez” olduğu yönündeki görüşler, aslında ittifakın caydırıcılığını zedelemeyi amaçlayan propagandalar niteliğinde olmaktan öteye geçemez.
ABD’nin Tutumu: Trump Faktörü ve Yük Paylaşımı
Donald Trump’ın hem ilk başkanlık döneminde hem bugünkü ikinci döneminde dile getirdiği “müttefikler yeterince katkı vermiyor” eleştirisi, aslında yeni değildir. ABD, Soğuk Savaş’tan beri NATO’nun finansal yükünü büyük oranda üstlenmiş; Avrupalı müttefiklerin ise savunma harcamalarını kısmalarından rahatsız olmuştur.
Ancak, Trump’ın İspanya gibi ülkelerin katkı payı nedeniyle “NATO’dan çıkarılabileceği” yönündeki açıklamaları, diplomatik açıdan abartılıdır. Zira hiçbir üyenin kendi iradesi dışında örgütten çıkarılması söz konusu olamaz. Bununla beraber, bu söylemler, NATO içinde yük paylaşımı tartışmasını hızlandırmış; Almanya başta olmak üzere kıta Avrupası ülkeler savunma bütçelerini yeniden artırmaya yönelmiştir.
Bu da bir bakıma Trump’ın sözlerinin, ittifakı zayıflatmak yerine dinamikleştirdiği anlamına gelebilir. NATO’nun bugün karşı karşıya olduğu en temel sorun, askeri değil, siyasi uyumun sağlanmasıdır.
Rusya-Ukrayna Savaşı ve NATO’nun Yeniden Yükselişi
2022’de başlayan Rusya-Ukrayna savaşı, NATO’nun stratejik önemini bir kez daha ortaya koydu. On yıllardır tarafsızlık politikası güden İsveç ve Finlandiya’nın üyelik başvuruları, ittifakın hala güvenliğin temel adresi olduğunu kanıtladı.
Bu gelişme, NATO’nun “öldüğü” yönündeki tezleri tamamen geçersiz kıldı. Aksine, örgüt genişlemeye devam etti ve caydırıcılık kapasitesini Doğu Avrupa hattında güçlendirdi. NATO’nun “Kuzey Kuşağı” olarak tanımlanan yeni jeopolitik alanı, Baltık’tan Karadeniz’e uzanan stratejik bir güvenlik kuşağı yarattı.
Bu tablo, NATO’nun sadece askeri değil, jeopolitik bir denge kurumu olduğunu da göstermektedir. Türkiye de bu dengenin en kritik halkalarından biridir: Karadeniz güvenliği, güney kanadının istikrarı ve enerji hatlarının korunması, Ankara’nın ittifak içindeki rolüne stratejik bir nitelik kazandırmaktadır .
Türkiye’de NATO karşıtlığı, Soğuk Savaş döneminden beri zaman zaman güç kazanmıştır. 1963 tarihli Johnson mektubu, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası uygulanan silah ambargosu ve 2003 Irak Savaşı gibi olaylar, bu karşıtlığın psikolojik temelini oluşturmuştur.
Ancak bu örneklerin hiçbiri, Türkiye’nin NATO içindeki konumunu fiilen zayıflatmamıştır. Aksine, bu krizler Ankara’nın ittifak içi diplomaside daha aktif, daha dengeli bir pozisyon almasına neden olmuştur. Bugün de benzer biçimde, NATO’ya eleştiriler dile getirilirken dikkat edilmesi gereken, ittifakı zayıflatmadan Türkiye’nin çıkarlarını savunmaktır. Zira NATO’nun caydırıcılığı zayıflarsa, bundan sadece Türkiye değil, bütün bölge zarar görür. NATO’nun zayıf olması, Türkiye’nin yalnız ve savunmasız kalması anlamına gelir; güçlü bir NATO ise Türkiye’nin stratejik manevra alanını genişletir.
Caydırıcılıkla Oynamamak gerekir
V. Madde tartışmaları, NATO’nun caydırıcılığının özünü ilgilendirir. Bu madde, saldırı anında devreye girecek bir “otomatik koruma mekanizması” gibi okunmanın ötesinde, bir saldırının hiç gerçekleşmemesini sağlayan psikolojik caydırıcılık olarak anlaşılmalıdır. Dolayısıyla, “Türkiye için V. Madde işlemez” gibi söylemler, yanlış değil, aynı zamanda stratejik olarak da zararlıdır.
Türkiye’nin güvenliği salt NATO üyeliğine indirgenemez; ancak NATO’yu dışlayarak da güvenlik sağlanamaz. En akılcı politika, ulusal savunma kapasitesi ile kolektif savunma yapısının birbirini tamamlamalarıdır.
Gerçek güvenlik, ideolojik sloganlarla değil, stratejik dengeyle sağlanır. Türkiye’nin caydırıcılığı, hem milli savunma sanayiindeki ilerlemelerden hem NATO içindeki aktif, rasyonel duruşundan beslenmelidir.
Maksat, NATO’yu tartışmasız savunmak değil; ittifakı, Türkiye’nin güvenliği için en verimli biçimde kullanmak olmalıdır. Bu da, “NATO bitti” diyenlerin değil, onu akıllıca yönetenlerin başarısı olacaktır.
Copyright @ 2025 Global Academy. Design & Development brain.work