Pazar günleri western filmleriyle büyümemin —belki de büyüyememenin!— bir sonucu olarak hâlâ her pazar bir kovboy filmi izlemeye çalışıyorum. TRT’nin yayınladığı son western 19 Ağustos 2018’deydi: John Wayne’in, nedense Türkçeye “Kin Tuzağı” diye çevrilmiş olan Big Jake filmi. Bodrum’daydık, üstelik misafirler de vardı ama gene de bir yolunu bulup (son film olduğunu bilmeden) izlemiştim. 1980’lerden beri süren bir pazar geleneğini, “pazar sinemalarını”, bir gecede kaldırmakla ABD’ye gerekli dersi vermişizdir umarım! Zaten sadece pazar günleri iki saat kadar izlediğimiz TRT hikâyemiz de böylece sonlanmış oldu. 2018 yılından beri artık “ev sineması” diye bir kuşak yayınlanır oldu.
Bugün Henry Hathaway’in (Rawhide, 1951; Niagara, 1953; From Hell to Texas, 1958) yönettiği, 1966 yapımı Nevada Smithi izledim. Steve McQueen ve Karl Malden’in oynadığı bu iki saati aşkın dev yapım, bir tüfek, bir at ve sekiz dolar parayla anne ve babasının intikamını arayan melez bir gencin hikâyesini anlatıyor. Filmin güzel tarafı, bir western’de olması gereken hemen her unsurun bulunması: atlar, barlar, küçük şerif ofisleri, tozlu kasabalar ve Mississippi bataklıklarından Teksas’a uzanan geniş bir coğrafya. Bu filmlerde yalınlık, karşıtlık, denge ve dürüst bir kahraman olmazsa olmaz. O kahraman bazen bir şerif, bazen bir kanun kaçağı olabilir; ama mutlaka kendi adaletini arar. Elbette western dünyası sadece karakterlerden ibaret değildir. Orada her şeyin bir simgesi vardır: atlar, 5-6 odalı küçük oteller, bankalar, barlar ve tabii silahlar — özellikle Colt ve Winchester.
Albay Samuel Colt, 1872’de ilk fabrikasını açtığı New Jersey, Paterson’da ürettiği tabancanın bir gün Amerika’nın simgelerinden biri olacağını düşünmüş müdür, bilemiyorum. Ordu için geliştirdiği 45’liklere verilen “Peacemaker” ismi, nükleer caydırıcılığın “barışı koruma” iddiasına erken bir ilham kaynağı sayılabilir mi acaba? Ya Winchester? 1866’daki ilk üretiminden sonra efsaneleşen 1873 modeli için “The Gun That Won the West” tabiri boşuna söylenmemiş olmalı.
Kendi zihnimde kurduğum hayali western arşivinde bu türü üç döneme ayırıyorum:
1. 1920’lerden 1940’lara kadar olan klasik dönem: Kadın karakterlerin az olduğu, uzun kovalamacaların ve at üstü sahnelerin bolca yer aldığı, neredeyse türün temelini atan dönem. 1903’te çekilen The Great Train Robbery ile başlayan bu çizginin başyapıtı bana göre John Ford’un Stagecoach’u (1939).
2. Savaş sonrasından 1960’lara kadar uzanan altın çağ: Bu, benim için western’in en parlak dönemi. John Wayne ve Montgomery Clift’li Red River (1948), Gary Cooper’ın unutulmaz performansıyla High Noon (1952), Alan Ladd’in efsaneleştiği Shane (1953), Gary Cooper ve Burt Lancaster’ın karşıtlığıyla parlayan Vera Cruz (1954), Natalie Wood ve John Wayne’i buluşturan The Searchers (1956) ve Howard Hawks’ın yönettiği Rio Bravo (1959) bu dönemin gözbebeği.
3. 1960’lardan günümüze kadar olan modern dönem: Spagetti Western’lerin damga vurduğu, ama aynı zamanda yeni sinema dilinin doğduğu yıllar. Robert Redford ve Paul Newman’ın unutulmaz ikilisiyle Butch Cassidy and the Sundance Kid (1969), Sam Peckinpah’ın klasiği The Wild Bunch (1969), Kevin Costner’dan Dances with Wolves(1990), Clint Eastwood’un hem oynayıp hem yönettiği Unforgiven (1992).
Hepsi western’in değişen ama asla tükenmeyen ruhunu taşıyor. Velhasılkelâm, bakalım gelecek pazar kısmetimize hangi kanalda hangi film düşecek… Hangi kahraman dürüstlüğün bedelini ödeyecek, hangi adalet hikâyesi yalnızca iki saat içinde yerini bulacak?