Küresel düzen ciddi bir değişim yaşarken dünya, çok katmanlı krizler, jeopolitik sarsıntılar ve belirsizliklerle şekillenen bir döneme girdi. Soğuk Savaş sonrası ABD merkezli tek kutuplu düzen geride kalırken, yerine çok kutuplu ancak öngörülemez bir sistem şekilleniyor. Bu belirsizlik, Türkiye–Çin ilişkilerini hem fırsatları hem de çelişkileriyle öne çıkaran bir sahneye dönüştürüyor.
Ankara ve Pekin söylem düzeyinde kolayca yan yana gelebiliyor. Türkiye’nin “Dünya beşten büyüktür” çıkışı ile Çin’in “çok kutuplu dünya” vurgusu, Batı merkezli düzeni sorgulayan ortak bir dil yaratıyor. Ancak bu söylemsel yakınlaşma, Türkiye’nin NATO üyeliği ve Batı ile kurumsal bağları düşünüldüğünde, stratejik sınırlarla karşılaşıyor. İlişkilerin gerçek boyutu, ticaretteki asimetri, Kuşak ve Yol yatırımlarındaki bağımlılık riski, savunma sanayii işbirliği, Uygur meselesinin ikili ilişkiler üzerindeki gölgesi ve ABD–Çin rekabetinin baskılarıyla şekilleniyor.
Panorama Soruyor bu ay, Türkiye-Çin ilişkilerini masaya yatırıyor. Aşağıdaki beş sorunun rehberliğinde, Altay Atlı, Barçın Yinanç, Ceren Ergenç, Derya Göçer ve Tolga Bilener’den görüşlerini paylaşmalarını rica ettik. Global Panorama’ya yaptıkları değerli katkıları için kendilerine teşekkür eder, sizlere keyifli okumalar dileriz.
1. Türkiye ile Çin’in çok kutuplu bir dünya arayışı, stratejik özerklik talepleri ve “Dünya beşten büyüktür” gibi söylemlerle mevcut küresel düzene meydan okuma niyetleri düşünüldüğünde bu ideolojik duruş iki ülkenin ilişkilerini nasıl şekillendiriyor? Bu stratejik yakınlaşma Türkiye’nin NATO, ABD ve AB ile ilişkilerini nasıl etkiliyor?
2. Türkiye ile Çin arasındaki ticarette gözlemlenen asimetrik durumun yanı sıra, Kuşak ve Yol inisiyatifi ve özellikle Orta Koridor’u geliştirmek için duyulan finansal yatırım ihtiyacı Türkiye’yi -enerjide Rusya’ya bağımlılığı benzer şekilde- Çin’e yönelik yeni bir bağımlılık ilişkisine sürükleyebilir mi?
3. Çin’in Türkiye’de yükselmekte olan savunma sanayiine yönelik ilgisi ve bu alandaki işbirlikleri, Uygur meselesi ve insan hakları kaygılarıyla nasıl dengelenmeli?
4. Çin ile ABD arasındaki tarif savaşı Türkiye-Çin ilişkisini nasıl etkiler? Bu süreç, Türkiye’nin ABD güvenlik ve ekonomik ilişkilerini nasıl etkiler?
5. Büyümekte olan bir süper güç olarak ABD’nin rakibi konumuna yükselen Çin’in Türkiye’ye bakışı nasıl şekilleniyor? Türkiye, Çin’in geleceğe yönelik küresel vizyonunda ne kadar önemli bir yer tutuyor?
Küresel Belirsizlikler Çağında Türkiye’nin Çin ile İlişkileri
Dr. Altay Atlı, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı
“Çin Türkiye’yi “Batı’ya karşı kendi yanında” olarak görmüyor, tam tersine, Batı ile özellikle ekonomik alanda güçlü ilişkileri olan bir Türkiye’nin kendi küresel vizyonunda nasıl bir rol üstlenebileceğini düşünüyor.”
Türkiye ile Çin arasındaki ilişkiler, küresel sistemde yaşanan dönüşümlerin ve buna bağlı derin belirsizliklerin gölgesinde şekilleniyor. Her iki ülke de mevcut düzenin sürdürülebilir olmadığı, daha katılımcı ve çok taraflı bir küresel yönetişim sistemine ihtiyaç duyulduğu ve uluslararası kurumların günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde reforme edilmesi gerektiğini vurguluyor. Bu açıdan benzer bir söylem geliştirmeleri, onları aynı vizyon etrafında buluşturuyor.
Ancak bu benzerlikleri doğrudan bir “stratejik yakınlaşma” olarak değerlendirmek doğru olmayabilir. Bugün 20. yüzyılın Soğuk Savaşı’ndaki gibi keskin bir kutuplaşma ve taraf seçme zorunluluğu söz konusu değil. Bunun yerine karşılıklı bağımlılıkların belirlediği çok katmanlı bir uluslararası sistem var. Türkiye, stratejik ya da ideolojik bir tercih ile Batı’yı bırakıp Doğu’yu seçmiyor, daha kapsayıcı bir küresel yapı talep ediyor. Bu nedenle Türkiye’nin Çin ile benzer bir vizyona sahip olması, onun stratejik olarak “Çin’in tarafına geçtiği” anlamına gelmiyor ve bu durumun Türkiye’nin NATO, ABD ve AB ile ilişkilerini olumsuz etkilememesi gerekiyor. Aksine, Türkiye bu söylemleri kendi stratejik özerklik arayışının ve çok kutupluluk vizyonunun bir parçası olarak kullanıyor.
İkili ekonomik ilişkilere bakıldığında, tablo oldukça asimetrik bir yapıya işaret ediyor. Türkiye, Çin ile olan büyük ticaret açığına karşılık bu ülkeden daha fazla doğrudan yabancı yatırım çekmeyi hedefliyor, ancak bu alanda henüz beklenen ölçekte bir gelişme yok. 2024 yılında Türkiye’nin Çin’e ihracatı 3,39 milyar USD seviyesinde kalırken, ithalatı 44,9 milyar USD’ye ulaştı ve yıllık 40 milyar USD’nin üzerinde açık ortaya çıktı. 2025 Haziran ayı itibarıyla Çin menşeli doğrudan yatırımların toplamı ise sadece 1,24 milyar USD, bu da Türkiye’deki toplam yabancı yatırım stoğunun ancak yüzde 0,6’sına denk geliyor.
Dolayısıyla, bugün itibarıyla bir “bağımlılıktan” söz etmek mümkün değil. Mesela Rusya’dan alınan enerji, alternatifi sınırlı olduğu için gerçek anlamda bir bağımlılık yaratıyor, ancak Çin ile ticaret ve yatırım ilişkilerinde benzer bir durum ya da benzer bir kalem yok. Diğer yandan, Kuşak ve Yol Girişimi de çok konuşuldu ve konuşuluyor. Ancak bu kapsamda da Türkiye’de henüz bir liman yatırımı ve yapımı devam eden bir enerji projesi ötesinde başka bir Çin yatırımı yok. Tüm bunlara rağmen, Çin’in gelecekte Türkiye’ye daha fazla yatırım yapması, bence hem ortakların çeşitlendirilmesi hem de teknoloji ve bilgi transferi açısından önemli bir fırsat sunuyor.
Son dönemlerde ilişkilerde dile getirilen bir boyut savunma sanayii. Çin’in bu alana olan yatırımları Türkiye açısından ekonomik ve teknolojik imkânlar sağlayabilir. Türkiye için esas olan şüphesiz ki kısa vadeli kazançlar uğruna evrensel değerlerden ödün vermemek olmalıdır. Uzun vadede daha dengeli, güvenilir ilişkiler geliştirmek için ilkesel bir yaklaşımı sürdürmek kritik önem taşıyor. Dolayısıyla, savunma sanayii iş birliklerinin yalnızca Çin değil, tüm ülkelerle insan haklarını ve uluslararası normları önceleyen bir diplomasi çerçevesinde yürütülmesi gerekiyor.
Bunun yanında, Çin ile ABD arasındaki ticaret savaşları da Türkiye’nin konumunu etkiliyor. Çin, bu süreçte düşük maliyet avantajını koruyarak Türkiye dahil üçüncü pazarlara daha güçlü şekilde giriyor ve bu da ilgili ülkelerdeki yerel üreticiler açısından olumsuz sonuçlar doğuruyor. Öte yandan, Batı pazarlarına erişimde zorlanan Çin’in Türkiye’nin Avrupa ile sahip olduğu Gümrük Birliği avantajından yararlanarak Türkiye’yi bir üretim ve ihracat üssü olarak kullanma fikri gündeme geliyor. Elektrikli araçlar gibi sektörlerde bunun ilk örneklerini görmek mümkün. Ancak uzun vadede bence esas konu, Türkiye’nin kendi sanayi kapasitesini güçlendirmesi, katma değerini ve rekabet gücünü artırması olmalı. Türkiye bunu başarabilirse, ticaret savaşlarının olumsuz etkilerini en aza indirerek hem Çin hem de ABD ile karşılıklı faydaya dayalı ilişkiler sürdürebilir. Asıl meselenin kısa vadeli kazanımlardan çok, yeniden şekillenen küresel düzende Türkiye’nin nerede konumlanacağını doğru belirlemek olduğunu düşünüyorum.
Son olarak, Çin’in Türkiye’ye bakışını anlamak da önemli ve bu konuya daha çok eğilmeliyiz. Türkiye, ekonomik büyüklüğü ve coğrafi konumu nedeniyle Çin’in küresel vizyonunda belirli bir yere sahip. Ancak bu yer somut projelerle henüz yeterince desteklenmiş değil. Çin bence Türkiye’yi “Batı’ya karşı kendi yanında” olarak görmüyor, tam tersine, Batı ile özellikle ekonomik alanda güçlü ilişkileri olan bir Türkiye’nin kendi küresel vizyonunda nasıl bir rol üstlenebileceğini düşünüyor.
Türkiye-Çin ilişkilerine tutarlılık ve güven gerek
Barçın Yinanç, T24
“Ankara’nın çelişkili, ikircil ve tutarsız olarak algılanabilecek tavırlarının Türk – Çin ilişkilerinin bugün de sağlıklı bir zemine oturmasının önündeki en önemli engellerden biri olduğunu vurgulamak gerekir.”
Türkiye ile Çin mevcut küresel düzenin dünyadaki sorunlara çare üretemediği hatta bu sorunların ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği konusunda hemfikir görünüyor olabilir. Ancak gerek Çin gerek Türkiye “mevcut düzenin” savunuculuğunu yapmasalar da, yerine geçecek düzenin tam olarak nasıl şekilleneceğini bilemedikleri için, “kural bazlı dünya düzeninin” devamı ulusal çıkarları açısından daha elverişli duruyor. Çinli uzmanlar bu aşamada Pekin’in var olanı yıkıp yerine yenisini getirmek gibi bir amacının olmadığının altını çiziyorlar.
Aslında mevcut düzenden memnun olmayan ve onun kurallarını hiçe sayıp, kuraldışına çıkmaya çalışan, bu kuralları baştan koyan ABD’nin kendisi. Mevcut düzenden şimdiye kadar azami yararlanıp ABD’ye rakip olan Çin’in ise kimi zaman neredeyse mevcut düzenin bazı yönlerini savunur pozisyonda görmek mümkün olabiliyor.
Çin Amerika’nın hasmane tutumu karşısında ön alarak, Washington’un mevcut düzenin -dolar merkezli uluslararası para sistemi gibi- bazı unsurlarından yararlanarak kendisini zora sokmasını engellemek için tutum alıyor. Bu anlamda da müttefik arayışında. Rusya, Hindistan, Brezilya gibi Batı dışı güçlerle safları sıklaştırmaya çalışıyor.
Türkiye ise gerek ekonomik gerekçeler, gerekse Batı’yla olan sorunları karşısında, alternatif yaratabilmek adına ilişkilerini Batı dışı ülkelerle çeşitlendirmeye çalışıyor. Ankara’da kural bazlı dünya düzeninde yaşanan sarsıntıların, Türkiye gibi orta büyüklükte ülkelere fırsatlar tanıyabileceği hesabını yapanlar olsa da, içerdeki kırılganlıkları Türkiye’yi küresel düzende yaşanacak fırtınalar karşısında savunmasız bırakma riskini de barındırıyor.
Pekin, NATO üyesi Türkiye’nin Çin-Rusya liderliğindeki küresel güneyle saf tutmasının Batı ittifakında yaratacağı çatlağı elbet göz ardı etmiyor. Ancak nihai tahlilde Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak stratejik aidiyetinin Batı ittifakında olduğunu da hiçbir zaman hatırından çıkarmadığı için Ankara’ya Rusya’ya oranla daha kuşkulu yaklaşıyor. Bu sebepledir ki; Türkiye’nin Şangay İşbirliği Örgütü yada BRICS artı platformlarına tam üye olarak katılması konusunda özel olarak acele etmiyor.
Öte yandan Uygur sorunu Çin-Türkiye ilişkilerini gölgelemeye, Çin’in Ankara’ya kuşkucu bakışını beslemeye devam ediyor. 90’lı yıllarda Türk-Çin ilişkilerinin gündemine giren Uygur meselesi eski ağırlığında olmasa da, bugün de ilişkilerin ana unsurlarından biri olmaya devam ediyor.
1991 sonunda SSCB’nin dağılarak Orta Asya Cumhuriyetleri’nin ve özellikle Sincan Uygur bölgesine komşu olan Kazakistan ve Kırgızistan’ın bağımsız devlet olmaları, nüfusu 11 milyonun üstünde olan Uygurlar arasında da bağımsız devlet kurma eğilimini güçlendirdi. Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin 1949’da varlığının sona erdirilmesi ile Türkiye’ye gelen Uygurluların sayılarında yaşanan artışla oluşan Uygur toplumu, Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) radarına girdi. MHP’nin kontrolündeki belediyelerde Sincan bölgesinin bağımsızlığına destek veren etkinlikler Çin’de büyük rahatsızlık yarattı. ABD-Çin rekabeti kapsamında Batılı ülkeler günümüzde Çin’in Uygurlara dönük insan hakları ihlallerini eleştirirken, aynı MHP’nin, şimdilerde Uygur konusundaki hassasiyeti bir tarafa bırakıp, ABD – İsrail “şer ittifakına” karşın Türkiye – Rusya – Çin ittifakı önermesi ilginç bir ironidir.
1990’lı yılların sonuna doğru hükümetin Türkiye’de Uygur toplumuna yönelik faaliyetler konusunda aldığı önlemler iki başkent arasındaki soğukluğu giderse de, AK Parti iktidarının ilk yıllarında kullanılan Uygur odaklı sert söylem Pekin’in kurumsal hafızasına, Ankara’nın tutarsızlığı olarak kayda geçti.
Ankara’nın çelişkili, ikircikli ve tutarsız olarak algılanabilecek tavırlarının Türk – Çin ilişkilerinin bugün de sağlıklı bir zemine oturmasının önündeki en önemli engellerden biri olduğunu vurgulamak gerekir. Bu engel kendini ilişkilerin ekonomik alanında da hissettiriyor. İki taraf arasında Türkiye’nin aleyhine büyüyen ticaret açığı konusunda Pekin adım atmakta hevesli durmuyor. Kuşak yol projesi, Türkiye’yi Çin’in yatırım radarına sokmuş olsa da, iki tarafın “iş yapma” kültüründe yaşanan uyuşmazlık ilişkilerin ekonomik ayağında da istenen ilerlemenin sağlanmasını zora sokuyor. Çin’i elektrikli araba üretimi için yatırıma davet eden Türkiye’nin, Çin’den gelen arabalara gümrük tarifesi getirmesi, son olarak ABD’ye bu alanda uygulanan gümrüklerin kaldırılması, yaşanan gel-gitlerin en belirgin örneklerinden birini oluşturuyor.
Günün sonunda Çin’in gözünde Türkiye bir NATO ülkesi, Batı ittifakının bir parçası. İktidar bileşenleri olarak Ak Parti ve MHP, Uygur konusunda sert söylemi bir yana bırakmış olabilirler. Ancak, Uygurlara silahlı eğitim verilerek Beşar Esad karşıtı birliklere katılmalarının sağlanmasında Türkiye’nin rol oynadığına dair Pekin’de kök salmış kanaat, ilişkilerdeki kuşku unsurunu beslemeye devam ediyor. Şam’daki yeni rejimin Çin’in “terörist” olarak gördüğü Uygur asıllı kişilere güvenlik sistemi içinde sorumluluk vermesi Ankara – Pekin hattında can sıkmaya aday görünüyor.
Öte yandan Türkiye’nin Batı’yı Doğuya, Doğu’yu Batı’ya oynar bir pozisyonda olması, Çin gibi bir süper güç için tolere edilmesi gereken bir durum olarak görülmeyebilir. Çin kendisinin ciddiye alınmasını, ilişkilerin özellikle de iç politikaya meze yapılmamasını tercih edeceği varsayılmalıdır. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kritik konularda ABD’nin çizgisine yaklaşmasının beklendiği Washington ziyareti öncesinde koalisyonun küçük ortağının Türkiye – Rusya – Çin ittifakını önermesi, Pekin’de ciddiye alınmayacağı gibi; tersine, Çin gibi büyük bir ülkenin iç-dış siyasette kullanılmaya elverişli bir kartmış görüntüsü yaratılıyor olmasının tepki yaratması bile beklenebilir.
Türkiye-Çin ilişkileri: Söylemde Çok-Kutupluluk, Gerçekte Sınırlı Ortaklık
Doç. Dr. Ceren Ergenç, Orta Doğu Teknik Üniversitesi,
Doç. Dr. Derya Göçer, CEPS
“Sonuçta Çin’le stratejik yakınlaşma, NATO uyumluluğu/standartları, AB pazarına bağımlı ihracat yapısı ve ABD ile güvenlik ilişkilerinin maliyetleri nedeniyle sınırlı ve dengeleyici bir hatta tutuluyor.”
Ankara ile Pekin’i yakınlaştıran “çok-kutupluluk/stratejik özerklik” söylemi ve “Dünya 5’ten büyüktür” vurgusu, iki ülkenin birbirini bir “tam ittifak” değil, belirsizlik ortamında karşılıklı fayda arayan ortaklar olarak okumasını sağlıyor. Bu yüzden çizgi, kurumsal bir eksen değişiminden ziyade fırsatçı ve “hedging” nitelikte kalıyor. Bu diskur, Türkiye’de Asya’ya açılımı meşrulaştırsa da ve ABD ya da AB ile gerginlik anlarında bir alternatifin varlığını siyasal tartışmaların içine katsa da; Asya’ya yönelişte dış politika kurumlarının kapasite sorunları ve ilişkilerin genel kurumsallaşma eksikleri nedeniyle eyleme sınırlı tercüme oluyor.
“Dünya 5’ten büyüktür” gibi mesajlar çok-yönlü hizalanma söyleminin parçası. Ancak Türkiye’nin ticaret ve güvenlik bağları hâlâ AB/ABD ve NATO’da derin; söylemdeki dalgalanmalara rağmen kopuş hedeflenmiyor. Sonuçta Çin’le stratejik yakınlaşma, NATO uyumluluğu/standartları, AB pazarına bağımlı ihracat yapısı ve ABD ile güvenlik ilişkilerinin maliyetleri nedeniyle sınırlı ve dengeleyici bir hatta tutuluyor.
Ticaret asimetrisi çok belirgin: Türkiye Çin’e düşük paylı ihracat yaparken yüksek hacimde ithalatla kalıcı açık veriyor. Bu, “bağımlılık” kaygısını besliyor olabilir, ancak çalışmalarımız sektörel olarak farklılıklar olduğunu ve ticaret bürokrasinin elektrikli araçlar gibi bazı alanlarda bir düzeyde korumacı davrandığını gösteriyor. Telekomünikasyon gibi alanlarda ise yüksek bağımlılık söz konusu.
Fakat ticari ilişkilerin sektörel olarak karmaşık yapısı nedeniyle Türkiye’nin Çin’e yapısal bağımlılığı tezi ikna edici değil. KY/Orta Koridor’da da teknik standart uyumsuzlukları, artan bürokratik enformelleşme, değişen mevzuatlar Çin’in Türkiye lojistik altyapısına yüksek finansman aktarmasını engelliyor. Ayrıca Çin finansmanı, Uygur dosyası gibi siyasal başlıklarda kaldıraç olarak kullanılabildiğinden süreklilik arz etmiyor. Konya raylı sisteminin finansmanının ön anlaşmalara rağmen hala gelmemiş olması bunun bir örneği. Çin finansmanı bölgedeki diğer ülkelere ve dünyadaki benzer gelişmişlikteki ülkelere kıyasla düşük sayılabilir.
Savunma işbirliği alanı NATO uyumluluğu nedeniyle büyük sistemlerde zor; Türkiye’nin Çin’den uzun menzilli füze/entegre sistem alımı benzeri girişimler ittifak uyumu ve teknoloji aktarımı gerekçeleriyle tıkanmıştı. Bugün daha çok küçük teçhizat/özel şirketler düzeyi öne çıkıyor; bu, NATO hassasiyetlerini tetiklemeden ilerleyebiliyor. Ancak Uygur meselesi, kredi kararları dâhil ekonomik-teknik dosyaları bile etkileyebiliyor; bu yüzden savunmada da siyasi risk yönetimi şart. Dengelenme için: (i) büyük platformlarda NATO/AB standartlarına katı uyum ve şeffaf tedarik, (ii) SSB-MSB düzeyinde proje bazlı ihraç denetimi ve veri güvenliği tedbirleri; (iii) küçük çaplı Ar-Ge/tedarik zinciri işbirliklerinde işbirliğinin dengeli olması ve uçtan uca yerli üretim şartı önerilebilir.
ABD-Çin tarif savaşı, Çin’in Türkiye ve benzeri pazarlara yönelimini hızlandırırken (EV’ler gibi), Ankara’da daha önceden yaptığı bazı koruyucu hamleleri yatırım çekmek adına indirdi. Türkiye, yerli sanayiyi (TOGG) korumak için Çin menşeli ithalata ek vergi getirmişti. Bu, Pekin’le ticaret/tedarik zinciri ilişkilerinde seçici derinleşme-seçici koruma ikiliğini güçlendirmek içindi. Ancak BYD ve Cherry gibi şirketler, Türkiye’de üretime yönelik yatırım anlaşmaları imzalayarak bu vergileri bir düzeyde bertaraf ettiler. Vergi indirimi için üretim tesisinin arsasının alınmasının yeterli olması, Türkiye’nin tarif savaşları konusunda daha derinlikli ve incelikli bir stratejiye ihtiyaç duyacağının kanıtıdır.
ABD ile güvenlik ve ekonomik ilişkilerini ise Türkiye bu süreçte benzer ülkelere kıyasla daha rahat atlatıyor gibi görünüyor. Rusya’dan enerji ithalatı için yüksek tariflerle cezalandırılan Hindistan’ın aksine, Türkiye’ye görece düşük tarifler konuşuluyor. Eylül 2025’te Trump ile Erdoğan görüşmesinde F-16 ve F-35 tedariğindeki sorunlarda gelişme kaydedildiği aktarıldı. İşbirlikçi bir tonda geçen görüşmenin ardından bu konularda bir ilerleme bekleniyor.
Çin’den bakıldığında Türkiye; AB’ye açılan lojistik kapı, enerji ve yeşil/dijital dönüşümde pazar, Orta Koridor’un coğrafi kavşağıdır. Ancak Çin’in gözünde “bölgesel bir hub” değil, kısmi bir ortak olarak konumlanır (Kumport’un sınırlı ağ merkeziyeti, Orta Koridor uyumsuzlukları). Çin’in Türkiye’de diplomatik ve “soft power” derinliği zayıf; Uygur meselesi kamuoyunu ve projeleri etkileyebiliyor. Ayrıca Pekin, zaten Kuşak ve Yol projesinin yeni aşamasında büyük SOE projeleri yerine “küçük ve güzel” ve özel şirket odaklı, daha düşük politik maliyetli girişimlere kayıyor; nükleer/enerji-yenilenebilir ve dijital altyapı nişleri öne çıkıyor. Türkiye ise söylemde çok kutupluluğu sahiplenirken, fiiliyatta fırsatçı-parçalı bir angajmanla Çin’i dengelemeyi sürdürüyor. Bu da Çin’in Türkiye’yi küresel vizyonunda “önemli ama ikame edilebilir bölgesel köprü” konumuna yerleştiriyor.
Türkiye-Çin İlişkilerinde Çok kutupluluğun Yansımaları
Doç. Dr. Tolga Bilener, Galatasaray Üniversitesi
“Türkiye-Çin ilişkileri esasen çok kutuplu dünyanın tüm çelişkilerini yansıtıyor. Söylem düzeyinde yakınlaşma nispeten kolay, ancak ticaretteki asimetri, normatif gerilimler ve ABD-Çin rekabetinin baskısı ilişkileri kırılgan hale getiriyor.”
Dünya siyasetinde uzun süredir bildiğimiz dengeler hızla çözülüyor. Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan ABD’nin küresel ölçekte neredeyse tek hâkim güç olarak belirdiği dönem, artık geride kalıyor. Bugün daha parçalı, daha karmaşık ve çok daha belirsiz bir uluslararası sistemle karşı karşıyayız. Charles Kupchan’ın No One’s World adlı kitabında dikkat çektiği üzere geleceğin düzeni ne tek kutuplu ne iki kutuplu ne de klasik anlamda çok kutuplu olacak. Aksine, kimsenin tek başına hâkimiyet sağlayamayacağı, farklı kutupların ve farklı düzen anlayışlarının bir arada bulunacağı “sahipsiz bir dünya” ortaya çıkıyor.
Bu çok kutuplaşma ortamında güç sadece daha fazla ülke arasında dağılmakla kalmıyor; aynı zamanda değerler, normlar ve kurumlar alanında da parçalanma yaşanıyor. Liberal uluslararası düzenin evrensel olduğunu iddia ettiği kural ve değerler sorgulanıyor, farklı bölgelerde farklı normlar ve yerel düzenler ortaya çıkıyor. Bölgesel güçler bağlayıcı ittifaklardan çok, herkesle çıkarları doğrultusunda işbirliğine önem veren çok taraflı ya da ikili yakınlaşmalara yöneliyor. Bu büyük resim Türkiye-Çin ilişkilerini anlamak için de yol gösterici, çünkü Ankara ile Pekin arasındaki etkileşim bu parçalı düzenin bütün çelişkilerini yansıtıyor.
Türkiye ve Çin Halk Cumhuriyeti, söylemsel düzeyde kolayca yan yana gelebilir. Ankara’nın “Dünya beşten büyüktür” çıkışı ile Pekin’in “Küresel Güney’in sesi olma” iddiası bir noktada örtüşüyor, kastedilen “beş”lerden biri Çin olsa da, Batı merkezli küresel düzeni sorgulamak. Bu söylem ortaklığı, iki ülkenin uluslararası sistemde kendilerini “dengeleyici” aktörler olarak sunmalarına imkân sağlıyor.
Ancak bu yakınlaşma stratejik düzeye geldiğinde bir takım yapısal sınırlamalarla frenleniyor. Türkiye sunduğu güvenlik şemsiyesi nedeniyle NATO’dan kopamazken, Çin de Türkiye’yi küresel vizyonunun merkezine yerleştirmiyor ve onu daha çok işlevsel bir partner olarak görüyor. Yani söylem düzeyinde bir yakınlaşma olsa da, gerçekçi çıkarlar söz konusu olduğunda iki tarafın yolları kolayca ayrılabiliyor. Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika coğrafyalarında da iki ülkenin ekonomik ve siyasal çıkarlarının uyum içinde olduğunu iddia etmek zor.
Ekonomi ve ticaret iki ülke arasındaki ilişkilerin en hızlı geliştiği alan. Fakat burada da çelişkiler göze çarpıyor. Türkiye’nin Çin’e ihracatı sınırlıyken, ithalatı çok daha büyük boyutlarda. Yıllardır değişmeyen ve değişmesi pek de mümkün görünmeyen bu asimetrik tablo, Ankara’nın Pekin karşısındaki kırılganlığını artırıyor. Kuşak ve Yol Girişimi bağlamında bakıldığında ise, Türkiye’nin Orta Koridor’a bağlantısallık için verdiği önem iyi bilinen bir konu. Ankara doğal olarak, Asya ile Avrupa arasında transit ülke olma şansını kendi lehine kullanmak istiyor. Ancak bu koridorun finansmanı büyük ölçüde Çin’e dayanırsa, yeni bir stratejik bağımlılık riski de doğabilir.
Türkiye’de Çin yatırımlarının artması arzulanırken, Çin’in Türk savunma sanayiindeki gelişmelere ilgisi de giderek artıyor. İnsansız hava araçları, elektronik harp teknolojileri ve ortak projeler Çin basınında zaman zaman gündeme geliyor. Türkiye açısından bu konuda işbirlikleri geliştirmek teknolojik kapasiteyi artırma imkânı sunabilir. Ancak bu alanda meseleye sadece ticaret gözlükleriyle bakmak da mümkün değil. Yani bir yandan ekonomik fırsatları değerlendirmeye çalışıyorken, diğer yandan Batı ittifakının kurumsal anlamda bir parçası olduğunu hiçbir oyuncunun tamamen göz ardı etmesi de mümkün değil. Hele NATO 2026 devlet ve hükümet başkanları zirvesini Türkiye’de düzenleme kararı vermişken!
Kaldı ki günümüzde küresel siyasetin en belirleyici dinamiği ABD-Çin rekabeti. Ticaret savaşları, teknoloji ambargoları ve jeopolitik gerilimler sadece iki ülkeyi değil, küresel siyasetin bütününü etkiliyor. Türkiye bu süreçte hem fırsatlar hem de risklerle karşı karşıya. ABD’nin Çin’in etkisini sınırlama girişimleri, Türkiye gibi ülkeler üzerinde “taraf seçme” baskısını giderek artıracak. Türkiye, Çin’in yükselişini ticari bir fırsata çevirmeye çalışırken ABD ile olan bağlarını da zedelememeye çalışıyor. Ancak sistemdeki rekabetin giderek keskinleştiği ortamda bu konuda bir denge yakalamak giderek daha zor olacak.
Çin’in küresel vizyonunda ise Türkiye, merkezi bir aktör değil, işlevsel bir ortak. Enerji hatlarının geçiş noktası olması ve lojistik ağlarındaki önemi nedeniyle elbette Pekin Türkiye’yi görmezden gelmiyor. Ancak Çin için Türkiye, Rusya veya Hindistan kadar büyük bir stratejik ağırlığa da sahip değil. Bu da Ankara’nın Pekin’in gözünde “yardımcı ama vazgeçilmez olmayan” bir konumda kaldığını gösteriyor. Bu konuda aşılması olanaksız engellerden biri Uygur meselesi ve iki taraf bu meseleyi taban tabana zıt bir bakış açısıyla algılıyor.
Türkiye-Çin ilişkileri esasen çok kutuplu dünyanın tüm çelişkilerini yansıtıyor. Söylem düzeyinde yakınlaşma nispeten kolay, ancak ticaretteki asimetri, normatif gerilimler ve ABD-Çin rekabetinin baskısı ilişkileri kırılgan hale getiriyor. Türkiye için mesele, Çin ile işbirliğini geliştirirken Batı ile bağlarını koparmamak, stratejik özerkliğini koruyabilmek ve fırsatlarla riskler arasında dikkatli bir denge kurmak. Çok kutupluluk bir yandan bölgesel güçlere daha fazla seçenek sunarken, öte yandan beraberinde daha fazla açmaz da getiriyor. Türkiye ile Çin arasındaki ilişkilerin geleceği, Türkiye’nin bu parçalı düzenin sunduğu fırsatları avantaja ne ölçüde çevirebileceğinin de bir test alanı.
Karel Valansi
Karel Valansi, PhD, Global Academy uzmanı ve Global Panorama dergisinde yardımcı editördür. İstanbul Kültür Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim görevlisidir. Daha önce T24 ve Şalom Gazetesi’nde Orta Doğu meselelerine odaklanan bir gazeteci ve köşe yazarı olarak çalışmıştır.
Akademik ilgi alanları arasında Güvenlik Çalışmaları, Orta Doğu, İsrail ve Türk dış politikası yer almaktadır. Women in Foreign Policy inisiyatifi üyesidir ve dini azınlık hakları ile kadınların güçlenmesini destekleyen birçok projede aktif rol almaktadır.
Dr. Valansi, The Crescent Moon and the Magen David: Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish Public(Hamilton Books, 2018) adlı kitabın yazarıdır. Analizlerine karelvalansi.com adresinden ulaşılabilir. Twitter ve diğer sosyal medya platformlarında @karelvalansi kullanıcı adıyla görüşlerini paylaşmaktadır.
Bu yazıya atıf için: Karel Valansi, "Panorama Soruyor: Türkiye-Çin İlişkilerinde Yeni Dönem: Çok Kutupluluk, Ticaret ve Jeostrateji – Karel Valansi" Global Panorama, Çevrimiçi Yayın, 7 Ekim 2025, https://www.globalpanorama.org/2025/10/turkiye-cin-iliskilerinde-yeni-donem-cok-kutupluluk-ticaret-ve-jeostrateji-karel-valansi/
Copyright @ 2025 Global Academy. Design & Development brain.work
Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına / yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.
Bülten Aboneliği
Güncellemelerden haberdar olmak için bültenimize abone olun.