Sadece uluslararası ilişkiler uzmanları özelinde siyaset bilimi çalışanların değil, tüm sosyal bilim (ve hatta doğa bilimleri) camiasının gittikçe kabullendiği derin bir kriz içerisindeyiz. Hem de bu, sadece ya da basit bir “teorik/disipliner/bilimsel” kriz de değil. Bizatihi siyaset ve gündelik hayat kriz içerisinde. Artık neredeyse hiçbir şey, bahse konu alanın uzmanları tarafından neden-sonuçları itibariyle anlaşılıp analiz edilemediği gibi, farklı alanlardan uzmanlar da olan bitene dair bilimsel tespit ya da bilimsel kestirimlerde bulunamıyor. Çünkü neredeyse hiçbir şey, eskisi gibi değil…
Bu kısa yazıda, bu durumun sebebinin bir “Pan-Kriz” yaşamamızdan kaynaklandığı ileri sürülecek. Küresel ölçekte birçok farklı düzey ve düzlemde öyle krizler yaşamaktayız ki, bir bütün olarak insanlık kimisini birkaç kez tecrübe etmiş olsa da toplamda böylesi hemen her alanı kapsayan bir krizle ilk kez karşı karşıya neredeyse.
En kolay olandan başlamak ve “günümüzde olmakta olan”a bakmak gerekirse, en genel anlamıyla, kabaca 500 yıl önce mayalanmaya başlayan, 19-20. yüzyıl dönemecinde kurumsallaşan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında nihai şeklini alan Avrupa/Batı-merkezci modern(ist) dünya sistemi değişmekte. Kısaca “modern(ist) uzlaşının çökmesi” olarak adlandırılabilecek şekilde, bir yandan endüstriyel kapitalist üretim tarzı ve buna bağlı üretim ve bölüşüm sistemleri değişirken siyasette de temsil krizi gittikçe büyüyor. Popülizm kavramıyla açıklanamayacak ölçüde radikal güç ve seçmen kaymaları yaşanıyor. En son Libya, Ukrayna, Suriye ve İsrail krizleriyle görüldüğü gibi, hem Soğuk Savaş’a dayalı “alan paylaşım”ı dönüşüyor hem de “yorgun” merkezlerin yerini Çin gibi “yükselen güçler”in alma olasılığının şekillendirdiği “köşe kapmaca” rekabeti gittikçe artıyor. Bir yandan dijital neo-liberal üretimin merkez üssü ve aksı değişirken, pandemide enfekte olan “küresel tedarik zincirleri”ni tüm küresel ticaret sistemini ve yollarını çeşitlendirerek “iyileştirme”ye yönelik çabalar derinleşiyor. Dönüşen jeopolitik güç dengeleriyle gelişen siber teknolojinin de etkisiyle dünya askeri güvenlik mimarisi değiştiği gibi, küresel güç mücadelesini on yıllarca öngörülebilir kılan/tutan ideolojik temelin yerini de gündelik türbülanslara ve hatta saf değişikliklerine epey açık düz pragmatizm alıyor. Tüm dünyayı etkileyen iklim, çevre vb. krizlerin de etkisiyle ulusal ve hatta küresel demografi değişirken, mevcut aidiyet rejimleri de (yeniden) kurucu bir tartışmanın konusu oluyor. Dinlerin tahtına göz diken “aydınlanma” çağının bilimsel bilme biçimini sorgulayan ezoterizmyükseledursun, muarız oldukları kadar simbiyotik(miş) gibi de davranan semavi dinlerle spiritüalist yaklaşımlar da post-truth çağına ayak uydurmaya çalışıyor.
Hayatın hemen her kurucu alanında yaşanan dönüşümlerle karşılıklı belirlenim ilişkisi içinde şekillenen bu yeni değer(sizlik)ler çağında, mevcudu mevcut modern(ist) bilgi havuzu, geçerli bilgi üretme biçimi ya da yerleşik paradigmayla anlama ve çözümleme ihtimali de gittikçe azalıyor.
Üstelik, son 500 yılda tedricen şekillenen modern(ist) uzlaşıyı hemen her bir dikiş noktasından patlatan bu gelişmeler bir yana, 5 bin yıldır hayatımızda olan “devlet” olgusu da köklü bir dönüşüme uğramakta. En basit ifadesiyle yaşamın kurucu tüm alanlarına dair güç ve araç tekeli ile karakterize olan devlet, neo-liberal küresel sistemin eli sopalı yürütücüsüne dönüşmekte. Klasik anlamıyla kural belirleme (yasama), uygulama (yürütme) ve uygulatma (yargı) alanındaki egemenliğini büyük ölçüde kaybetmekte olan devlet, neoliberal küresel nizamın gerektirdiklerini genellikle de kendiliğinden (olmadı destekle, ittirip kaktırmayla) yapacak şekilde “uzuvlaşıyor”. Hemen tüm dünyada gittikçe otoriterleşmesi ve hatta neo-liberal dünyanın bir anlamda “küresel” mottosuna dönüşen “yerli ve milli” söylemleriyle meşrulaştırılması da birazcık bundan. Neoliberalizm fikrinin iktidarda olmasının biraz da dışarıda kaldığı (daha doğrusu “güçlü devlet” tarafından dışarı atıldığı) “algısı”na bağlı olduğunu bilmesi gereken herkes biliyor. Devletin içinin boşaltılmasıyla artan güvenlik açığını dolduracak şekilde irileşen “devlet kültü”nün her fırsatta kutsanması gerekmekte. Tüm sistem, kendi aralarında bir tür “iş görme” (ya da “iş bitirme”) network’ü ve dayanışması oluşturan “güçlü liderler”e emanet. Aksi, her tarafından tekinsizlik aktığı her saniye hatırlatılan koskoca dünyada aç ve açıkta kalmak demek. Neyse ki, üretimden uzaklaştıkça tükettiğiyle mutlu olmak, yetinmek ve/veya avunmak durumunda kalan insancıkların da artan güvensizlik koşullarında devlette ya da devletlûlarda sembolize olan (ve artık sadece sembolize olan) güce sığınmaya daha fazla meyyal olduğunu yine bilmesi gereken herkes biliyor. Her durumda kesin olansa, modern(ist) uzlaşının ürünü olan sosyal bilimlerin karşısında çaresiz ve ekipmansız kaldığı bu durum, eski düzeni yardıma çağırmak (ya da gömmek) dışında işe yaramayan “eskinin her şeye kadir, şimdinin muhalif” egemen paradigmasının insan ve toplum davranışlarını analiz etme kabiliyetini neredeyse tümüyle kaybettiği anlamına da geliyor.
En azından bilimsel analiz yapma imkân ve kabiliyeti açısından işin daha da kötüsü, “içinden geçmekte olduğumuz ilginç zamanlar”da sadece 500 yıllık modernizm ya da 5 bin yıllık devlet sarsılmıyor. En az 50 bin yıllık “insan (homo sapiens sapiens)” da ciddi meydan okumalarla karşı karşıya. Tarihin en temel (mikro) kurucu sorunsallarından olan “üreme”yi “bildiğimiz gibi”nin dışında da mümkün kılan ve dolayısıyla en mikrosundan en makrosuna tüm toplumsal düzeni sarsma potansiyeline sahip teknolojik arayışlar süredursun, yapay zekâ ve robot teknolojisi sayesinde insan dışında bir “özne/kişi/aktör” de hayatımıza katılma sürecinde. İstihdam ilişkilerinden sosyal hayata kadar gündelik yaşamın hemen her alanına olası etkileri bir yana, hukuk sistemini kökünden etkileyecek ve mevcut düzenin olduğu gibi sürdürülmesini imkansızlaştıracak bir değişiklik bu.
Otonom araç ve silahların hak, yetki ve inisiyatif kullanımından olası kaza ve adi cinayetlerdeki cezai sorumluluğuna kadar bir dizi olası hukuksal sorun bir yana, bu gelişmelerin savaşın anlam, etki ve boyutlarını daha da “insansızlaştıracak” ve “insanî olmaktan çıkaracak” olduğu kesin. Bu gelişmelerin mevcut paradigmayla ele alınamaz ve açıklanamaz nitelikte olduğu da. Zira 5 bin yıl kadar önce hayatımıza girdiği günden başlayarak “risk/maliyet azalıp kâr/ganimet arttıkça” çoğalan savaş iştahının artık tümüyle “ahlaksızlaşıp” olağanlaşacağı koşullar olgunlaşmakta. Sermayenin gittikçe yerel, ulusal, bölgesel ve global düzeylerde merkezileş(tiril)mekte olduğu koşullarda ganimetin geometrik olarak artması bir yana, yapay zeka ve otonom silahların etkisiyle asimetri derinleştikçe risk de azalıyor. Çöken modernist uzlaşının ve yerleşik devlet anlayışının gerektirdiği küresel parselasyonu sil baştan kurmak isteyenlerin elleri güçleniyor. Tabii nükleer güç dengesi sürdükçe bir “kurucu savaş” yaşanamayacağı için de süreğen hale gelen“velayet” savaşlarının mevcut düzen(sizliğ)i sona erdiremeyeceği de açık. Nitekim öldürülemeyen kitleler süründürülüyor.
Keza artan uzay faaliyetlerinin de oldum olası dünya kaynaklarıyla devinen dünya düzenini derinden etkileyeceği aşikâr. Zira küçücük bir metalik asteroidin bile trilyonlarca dolarlık endüstriyel hammaddeye sahip olduğunu ve hatta bazı asteroidlerin dünyanın milyonlarca yıllık ihtiyacını karşılayabileceğini speküle eden tahminler söz konusu. Henüz “işletme maliyeti” nedeniyle “yapılabilir” bulunmasa da, Japonya’nın 2019’da Ryugu asteroidinden dünyaya deneme amaçlı getirdiği parça üzerindeki çalışmalarından gelecek verilere kulağını kabartan birçok projenin, uzay madenciliğinin ulaşım ve işletme maliyetini düşürmeye yoğunlaştığı da bilinmekte. Mars gibi gezegenlerde kurulacak kolonileri de içerecek somut adımların yüzyılın ortasına varmadan şekillenmesiyle asteroid madenciliğinin 1492’den itibaren Avrupa lehine oluşan ve modern(ist) dönemi açan asimetrik ekonomik imkâna benzer bir “sıçrama” yaratma potansiyelinin çok yüksek olduğu söylenebilir. Nihayet, iklim değişikliğiyle çözülen on binlerce yıllık kutup buzullarının açığa çıkaracağı deniz ticaret rotalarının, nadir elementlerin ya da bakterilerin radikal sosyo-ekonomik, demografik ve politik etkileri olacağını tahmin etmek zor değil. Başlangıçta bir “dalga geçme” konusu olarak görülse de, Trump’ın Grönland ve Kanada çıkışları da Musk’ın Mars sevdası da öyle “basit/saçma/masum fanteziler” olmayabilir.
Böylesi aktörlerin bir bilgi olarak değil de temsil ettikleri zihniyet itibariyle yaşayarak bildikleri ve olabildiğince yönlendirmeye çalıştıkları bir dönüşüm yaşanmakta. Küresel üretimin yeni hammaddeler(l)e döndüğü “yeni(den) keşifler çağı”nın yeni arz rotaları ve dolayısıyla tedarik zincirleriyle birleşmesi durumunda olacakları en son 500 yıl önce, 15. yüzyılda görmüştük. Yakın zamanda gördüğümüz “pandemicik” sayılmazsa, kitleleri tehdit edecek salgının ne anlama geldiğini de onun hemen öncesinde, 14. yüzyılda. Tüm bunların nedeni olan iklim değişikliğini ise en son 11 bin 650 yıl önce. İnsanların (homo sapiens sapiens) merkezinde olduğu dünya da yaklaşık 50 bin yıldır var. Yaklaşık 3.3 milyon yıldır alet yapılıyor ve bu aletleri hep canlılar yaptı. Canlılar tarafından ve canlılar için yapılan “kendinde aletler”in “kendi içinalet” olması ihtimali bile tüm düzeni alt üst edecek nitelikte. Tabii Taş Çağı’ndan bu yana yaşanan her bir teknolojik atılım, eski düzeni tüm değer ve normlarıyla dönüştürürken yenilerini de kurdu. Adapte olamayanlar, yani süreci kendi lehine yönlendiremeyenler ise elendi.
Kısacası, insanlık tarihinin kabaca 500 (Batı-merkezcilik), 5 bin (devlet-merkezcilik) ve 50 bin yıllık (insan-merkezcilik) döngülerinin her birinin üst üste bindirdiği tüm katmanları ve kurumları ilgilendiren bir “pan-kriz” içindeyiz. Farklı alanlardaki döngülerin her birinin krizde olmasını da aşan bir süreçteyiz, çünkü tüm bu döngülerin kriz noktalarının da günümüzde kesişmesi söz konusu. Hele modern(ist) uzlaşının ve dolayışla yerleşik tüm değer yargılarının çözüldüğü ve yapay zekânın etkisiyle “bilme/bilgi”nin tanım, anlam ve işlevi değişmekteyken, böylesi köklü ve karmaşık bir krizdeki dünyayı anlamak gittikçe zorlaşmakta. Endüstriyel kapitalizmin üretim biçimiyle ihtiyaçlarına binaen kurulmuş ve dolayısıyla da onun amaçlarına uygun biçimde şekillenmiş modern(ist) paradigmanın bilim üretme anlayış ve yönteminin içinde kalarak “olmakta olan”ı anlama ve açıklama çabasının bir geleceği yok. Zaten baştan itibaren seçici, yanlı ve eksik olan egemen paradigma, artık sürdürülebilir de değil.
Pan-krizle mücadele için “pan-bilim” gerekli.