“Adını yazıyorum ey Lübnan… ve hayal ediyorum bir gece, acıların hafiflediği…” diyor Lübnan’ın simge sesi Feyruz. Bu dizelerde bir özlemden çok bir ülkenin kırılganlıkları, tarihsel acıları ve kimlik arayışları gizlidir. Lübnan’ın hafızası, sadece iç çatışmaların değil; aynı zamanda bölgesel fırtınaların ve küresel güçlerin müdahalelerinin şekillendirdiği karmaşık bir anlatıdır. Bu bağlamda, kısa süre önce Fransa’nın Filistin’i tanıması gibi dış politika adımları, Lübnan’daki toplulukların tarihsel reflekslerini yeniden tetikliyor. Özellikle Fransa ile hem tarihsel hem de dini bağlara sahip Marunîler açısından bu tür gelişmeler, diplomatik anlamdan ötede kimliksel bir anlam da taşıyor. Bugün şu sorular yeniden yankılanıyor: Fransa hâlâ Marunîler için bir koruyucu güç mü, yoksa sadece geçmişin solgun bir hatırası mı?
Bu çalışma, bu sorudan hareketle Marunîlerin tarihsel serüvenini, güncel stratejilerini ve Fransa ile olan ilişkinin dönüşümünü irdelemeyi amaçlıyor. Marunîler, yüzyıllar boyunca Fransa’nın himayesi altında şekillenen bir kimliğe sahip oldular. Fransız mandası döneminde bu koruyuculuk sembolik olmaktan ötede, somut bir siyasi ayrıcalığa da dönüştü; Marunîler Lübnan devletinin kurucu ve yönlendirici toplumu hâline geldiler. Ancak 1989 Taif Anlaşması bu dengeleri kökünden sarstı. Cumhurbaşkanlığı yetkilerinin sınırlandırılması ve yürütme gücünün Sünni başbakana kaydırılması, yalnızca anayasal bir reform anlamı taşımıyordu; Marunî kimliğin siyasal sahnedeki ağırlığının da gerilemesiydi.
Bu dönüşüm, Marunîleri yeni bir stratejik arayışa itti. Varlıklarını artık sadece devletin kurumsal yapısına değil, aynı zamanda dış desteklere –özellikle Fransa’ya– ve mezhepsel olarak bölünmüş iç politikaya uyum sağlayan bir dengeye dayandırmak zorundaydılar. Bu denge arayışının ilk somut ifadesi, 2006’da Hizbullah ile Özgür Yurtsever Hareket (FPM) arasında imzalanan Mar Mikhael Mutabakatı oldu. Michel Aoun’un öncülüğünde gerçekleşen bu ittifak, Lübnan tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir mezhepler arası uzlaşma örneği sundu. Görünürde pragmatik bir güç paylaşımı gibi duran anlaşma, aslında Marunî kimliğin söylemsel bir yeniden tanımlanmasıydı. FPM, “ulusal birlik” ve “egemenlik” dilini kullanarak bu ittifakı meşrulaştırırken, Hizbullah’ın güvenlik eksenli “direniş” söylemini de kısmen benimsedi.
Ne var ki bu yakınlaşma, Marunî toplumunun tamamında karşılık bulmadı. Lübnan Güçleri gibi partiler, bu adımı “kimlikten taviz” olarak değerlendirdi; kendilerini “Marunî özerkliğinin muhafızları” olarak konumlandırdılar. Böylece kısa vadede güvenlik kazandıran bir ittifak, uzun vadede Marunî siyasetine yeni bir kırılganlık alanı açtı: topluluk içi bölünme.
Bu içsel bölünmenin öteki yüzü ise Fransa’ya duyulan nostaljik bağlılıktır. 2020’deki Beyrut Limanı patlamasının ardından Emmanuel Macron’un Lübnan’a yaptığı ziyaretler, Marunî çevrelerde adeta “koruyucunun dönüşü” olarak karşılandı. Macron’un Feyruz’u evinde ziyaret etmesi, yalnızca bir diplomatik jestin ötesinde, tarihsel bir duygunun yeniden canlanmasıydı. Çünkü Feyruz, tıpkı Fransa’nın Lübnan’daki rolü gibi, ulusal belleğin hem geçmişini hem de kırılgan umudunu temsil ediyordu.
Ancak bu duygusal sahne uzun sürmedi. Fransa’nın bugünkü gücü, Lübnan’ın dengelerini maddi anlamda değiştirmeye yetmiyor. Dolayısıyla Paris’e yöneliş, artık gerçek bir dış politika tercihi değil; bir kimliksel sığınma refleksi hâline geldi. Fransa, Marunîler için “politik bir müttefikten” çok, “tarihin içindeki güvenli bir hatıra” işlevi görüyor. Marunî toplumu, iki zıt kutup arasında sıkışıyor: Bir yanda güvenliğin bedelini kimlikle ödemeyi gerektiren Hizbullah ile zorunlu uyum; diğer yanda kimliğin bedelini güvenlikle ödemeyi göze alarak Fransa’ya sembolik yakınlık.
Marunî siyasal söylemi bugün bu iki eksen arasında salınıyor. Bir uçta Hizbullah’ın “ulusal direniş” söylemiyle iç içe geçmiş bir korku dili; öte yanda Fransa’nın koruyucu geçmişini çağrıştıran nostaljik bir aidiyet dili. Bu ikili yapı, Marunî kimliğini parçalamakla kalmıyor, aynı zamanda onu yaşatan bir dinamizm de üretiyor. Çünkü topluluk, bir yandan “birlikte yaşama” vurgusuyla Lübnan’daki varlığını sürdürmeye çalışırken, öte yandan “farklılığını” Fransa ile özdeşleşmiş bir kültürel hafıza üzerinden yeniden inşa ediyor. Ortaya çıkan kimlik ne tam yerel ne tam Batılı; iki dünyanın eşiğinde, her ikisine de mesafeli bir varoluş.
Ekim 2023’te artan bölgesel gerilimler, bu kırılgan dengeyi yeniden sarsmıştır. Hizbullah’ın “direniş cephesi” söylemi güçlenirken, Marunî toplumunda savaşın Lübnan’a sıçrayacağı korkusu yayılmıştır. Bir kesim ulusal birliği koruma gerekçesiyle Hizbullah’la uyumu savunurken, diğerleri bu tutumu Lübnan egemenliğini tehlikeye atan bir bağımlılık olarak görmüştür. Aynı dönemde Fransa’ya yönelik çağrılar yeniden artmış, Marunî Patriark Bechara Boutros Raï’nin “aktif tarafsızlık” vurgusu yeniden ön plana çıkmıştır.
Raï’nin dili bu açıdan dikkat çekicidir: Nasrallah’ın ölümünü “Lübnanlı bir şehit” olarak anarak mezhepler arası bir kapsayıcılık tonu yakalarken, silahlı güçten bağımsız kurumsal devlete dayalı bir meşruiyet anlayışını savunur. Böylece hem Hizbullah’ın güvenlik söylemini tanır ama meşrulaştırmaz; hem de Fransa’nın temsil ettiği uluslararası düzenin sembolik koruyuculuğunu hatırlatır.
Bugün gelinen noktada açıkça görülmektedir ki, Marunîlerin siyasal yönelimleri Fransa’nın romantik gölgesinde değil, Lübnan’ın sert güvenlik gerçekliğinde şekillenmektedir. Fransa, hâlâ bir kimlik sembolü ve tarihsel hafıza alanı olarak anlamını korusa da, belirleyici olan artık Lübnan’ın iç dengeleri ve bölgesel güç ilişkileridir.
Fransa’nın Filistin’i tanıması sonrasında Marunî Kilisesi’nin sessizliği de bu stratejik dengeyle uyumludur. Bu sessizlik, ilgisizlikten ötede, “aktif tarafsızlık” ilkesine dayalı bilinçli bir siyasetten kaynaklanmaktadır. Raï’nin yıllardır savunduğu gibi, Lübnan’ın varlığı, bölgesel çatışmalardan uzak durabilmesine bağlıdır. Marunî yetkililer, bu doğrultuda norm üretimine dayalı bir siyaset anlayışını benimsemektedir.
Yine de topluluk içinde Fransa’ya yönelik belirli bir hayal kırıklığı hissedilmektedir. Paris’in sembolik ilgisine rağmen somut destek eksikliği, Marunîler arasında zaman zaman memnuniyetsizlik yaratmaktadır. Ancak bu, kurumsal bir eleştiriden çok, kimliksel bir kırılganlığın yansımasıdır.
Sonuçta Marunîlerin bugünkü stratejisi, kimlik ile güvenlik arasında süregelen bir denge arayışıdır. Fransa, onlar için geçmişin hatırası, kültürel aidiyetin sembolü, bir hafıza limanıdır. Hizbullah ise bu kimliğin karşısında yer alan ama aynı zamanda onunla yaşamak zorunda olunan gerçekliktir. Marunîlerin hikâyesi, belki de Lübnan’ın kaderini en iyi yansıtan hikâyedir: Korku ile hafıza, zorunlu uyum ile nostaljik aidiyet arasında salınan bir varoluş. Ve belki de Lübnan’ın kronik istikrarsızlığı içinde en kalıcı olan şey, tam da bu salınımın kendisidir.