Papanın Ziyareti Vesilesiyle: Vatikan Devleti, Dünya Siyaseti ve Türkiye ile İlişkiler – Bekir Zakir Çoban

4 Aralık 2025
10 dk okuma süresi

Tarihteki ilk ABD’li papa olan XIV. Leo ilk yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştirdi. Medyada abartılı pek çok eleştiri ve komplo teorileri belirdi. Hatta papanın Türkiye’ye kötü bir büyü yapmak için geldiğini iddia edip ayetelkürsi okuma seferberliği ilan edenler oldu. Her kesimin kendini ifade etmek için papanın ziyaretini fırsat bilmesi olağan karşılanabilirse de, sadece uluslararası diplomasi değil Katolik Kilisesi ve Vatikan hakkında en temel bilgilerden yoksunluğu göstermesi açısından bu tür yorumlar anlamlıydı. Ben de bu vesileyle modern dönemin başlangıcından itibaren papalığın geçirdiği aşamalar, Türkiye-Vatikan ilişkileri ve dünya siyasetinde Vatikan’ın pozisyonu üzerine bazı yorumlarımı paylaşacağım.

Aydınlanma’nın ardından gelen modern rüzgar dünyadaki tüm dini gelenekler üzerinde travmatik bir etki yarattı. Bu yeni dünya ile uzlaşmayı tercih edenler yenilikçi, bu “bela”nın dinin özünden uzaklaşmaktan kaynaklandığını düşünerek geleneğe dönmeyi savunanlar ise gelenekçi olarak tanımlandı. Bu açıdan baktığımızda XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Katolik Kilisesi yönetimi içerisinde gelenekçi-yenilikçi ayrışmasının netleştiğini söyleyebiliriz. Diriliş (Risorgimento) mottosuyla başlayan İtalyan Cumhuriyet Hareketinin Kilisenin son kalesi olan Vatikan’ı ele geçirmesiyle Avrupa’da yüzyıllardır varlığını sürdüren “Papalık Devletleri” ortadan kalkmıştı. IX. Pius’tan itibaren kendilerini “Vatikan’da mahpus” ilan etmek biçiminde bu fiili duruma tepki gösteren papalar bir süre sonra farklı bir hamle denedi. Rahip Sturzo aracılığıyla İtalyan Halk Partisi (PPI) kuruldu. İtalya’daki seçimlere aday veya seçmen olarak katıldıklarında Kilisenin aforoz tehdidine (non-expedit) muhatap olan Katoliklerin artık oy verebilecekleri bir parti vardı. O dönem İtalyan siyasetinde hızla yükselen Mussolini önce bu gelişmeyi ciddiye almadıysa da PPI’nin genel seçimlerde ciddi bir oy oranına ulaşması onu Kiliseyle pazarlığa zorladı. Sonuçta dönemin Papalık Devlet Sekreteri Kardinal Gasparri ile Mussolini arasında 1929’da imzalanan Lateran Anlaşması ile şimdiki Vatikan Devleti kuruldu.

Tarihsel varlığına kasteden İtalya Cumhuriyeti moderniteyi temsil ettiğinden Kilise içerisinde tepkisel bir gelenekçiliğin ağırlıkta olması doğaldı. Bununla birlikte “zamanın işaretleri”ni okumayı ve Katolik Kilisesinin modern dünya ile barışması gerektiğini savunanlar da oldu. Bunlar arasındaki en önemli kişi şüphesiz Angelo Giuseppe Roncalli’dir. 1881’de Bergamo yakınlarında doğan Roncalli, Vatikan’ın geleneksel politikalarına iki açıdan uymuyordu. Birincisi fakir bir aileden geliyordu ve kendilerini Roma senatörlerinin ardılları gibi gören kilise bürokratları tarafından hiçbir zaman kabullenilmeyecekti. İkincisi irtibatlı olduğu kişiler ve aykırı fikirleri nedeniyle dönemin şeytanlaştırma yaftası olan “komünistlik”le suçlanacaktı (papa olduktan sonra Kruşçev’e benzetilerek, hakkında Nikita Roncalli ismiyle kitap yazılmışlığı vardır). Bu nedenle Kilisedeki kariyer basamaklarını tırmandıkça Roma’dan uzak tutulmaya çalışıldı. Önce Bulgaristan’a ardından Türkiye’ye Papalık Elçisi (nuncio) olarak görevlendirildi. 1935-1944 yılları arasında bu görevle bulunduğu Türkiye’de -seleflerinin aksine- hem Katolik cemaati hem diğer Hıristiyanlar hem de Türk devlet erkanıyla iyi ilişkiler kurdu. Reşit Saffet ve Numan Menemencioğlu gibi dönemin etkili isimleri ile dost oldu. Aynı zamanda -önceleri ciddi bir tepki görmesine rağmen- Türkiye’deki Katolik ayinlerine Türkçe ifadeler ekledi. O dönem Türkiye’deki Almanya Büyükelçisi Franz von Papen ile işbirliği yaparak Nazilerden kaçan Yahudilere yardım etti ki, II. Dünya Savaşı sonrasında Nürnberg’teki Savaş Suçları Mahkemesinde onun şahitliği sayesinde Von Papen idamdan kurtuldu.

Daha sonra Fransa’da benzer bir göreve getirilen Roncalli, ardından Venedik Patriği olarak atandı ve 1958’de Papa XII. Pius’un ölümü üzerine yapılan seçimden sürpriz bir şekilde papa olarak çıktı. XXIII. John adını alan ve beş yıllık papalık dönemine önemli işler sığdıran Roncalli’nin en önemli icraatı 1962 yılında II. Vatikan Konsilini toplamak oldu. Konsilin bitişini göremeden öldüyse de adı geçen konsil aggiornamento (çağdaşlaşma) mottosuyla toplanmıştı ve temel amacı Kiliseyi modern dünyaya açmaktı. “Kilisenin pencerelerini açalım, içeriye temiz hava girsin” demişti papa. 1958 yılındaki konklav’dan papa olarak çıkması Türk basınında ciddi bir karşılık bulmuştu. Hatta daha sonra dışişleri bakanı olan Feridun Cemal Erkin, yaptığı açıklamayla “tarihteki ilk Türk papa” diyerek Roncalli’yi tebrik etti. Aynı yıl Başbakan Adnan Menderes papayı makamında ziyaret etti. Türkiye ile Vatikan arasında diplomatik ilişki kurulması da yine onun çabalarıyla 1960 yılında gerçekleşti.

Yenilikçi papa Roncalli’den sonra arkadaşı Montini papa seçilerek VI. Paul adını aldı fakat Kiliseyi çağdaşlaştırma yönünde Roncalli kadar cesur davranamadı ve önemli ölçüde kilisedeki muhafazakarlara boyu eğdi. VI. Paul aynı zamanda Türkiye’yi ziyaret eden ilk papa oldu. Arap-İsrail Savaşı’nın patlamasından hemen önce bölgeye giden VI. Paul 1967’de Türkiye’ye geldi. 1978’de onun yerine seçilen Papa I. John Paul ise sadece 33 gün bu makamda kalabildi, çünkü şüpheli bir şekilde öldü. Kilisedeki monarşik adetlere karşı çıkan ve para konularında Vatikan’ı şeffaflaştırmak isteyen papanın kara para baronları tarafından öldürüldüğüne dair hayli spekülasyon yapıldı. O dönem aynı zamanda Soğuk Savaşın en sıcak zamanlarıydı ve “ABD müdahalesi” söylentileri arasında yeni papa bir Demirperde ülkesinden, Polonya’dan seçildi. Kilise tarihinde 450 yıl sonra İtalya dışında seçilen ilk papa olan Karol Wojtyla II. John Paul adını alarak özellikle 1980’li yılların önemli medya starları arasına girdi. ABD ile Vatikan Arasında diplomatik ilişki kurulması da yine bu papa zamanında, 1984’te gerçekleşti. Soğuk Savaşın etkisi ve II. John Paul ile birlikte Roncalli’den sonra Vatikan muhafazakar politikasına geri döndü ve II. Vatikan Konsilinin izleri silinmeye çalışıldı. II. John Paul zamanında “panzer kardinal” olarak isimlendirilen ve gelenekçilerin ağır toplarından olan Alman Kardinal Joseph Ratzinger Vatikan’daki en etkili isimlerdendi ve Wojtyla’dan sonra 2005’te papa seçilmesi sürpriz olmadı. 2013’te istifa etmesinin ardından Arjantinli Jorge Mario Bergoglio’nun papalık makamına seçilmesi ise birçok kişi için sürpriz oldu ve gelenekçilerin ağırlığından yorulan Kilisenin başka yönde bir tercihi olarak yorumlandı. Papalık adı olarak seçtiği Francis’ten başlayarak baştan itibaren ılımlı mesajlar vermekle beraber Papa Francis yenilikçilik adına çok ciddi adımlar atamadı. Bununla birlikte Vatikan bürokrasisindeki muhafazakarların ağır eleştirilerine maruz kaldı. 2025’teki ölümünün ardından ABD’li Kardinal Robert Prevost’un papalık makamına gelmesi, seçimin gelenekçiler-yenilikçiler ekseninde geçeceğini sananlar için sürpriz oldu. Çünkü her iki kanadın da daha güçlü adayları vardı. Siyasal konjonktürün bu ayrışmaya galip geldiğini düşünenlerin sayısı bir hayli fazla.

Prevost’un XIV. Leo adını alması dikkat çekici. Çünkü geleneksel olarak, papaların tercih ettikleri isimlerin onların izleyeceği politika hakkında fikir verdiği düşünülür. Bu ismi kullanan bir önceki papa XIII. Leo 1878-1903 yılları arasında bu makamda bulunmuştu ve Roncalli’nin anılarında “işçilerin papası” olarak anılmaktaydı. Sosyal adaletin dünyada önemli bir kavram haline geldiği ve “komünizm tehlikesi” yüzünden kilise adamlarının “sosyal” ifadesini bile kullanmaktan çekindiği bir ortamda XIII. Leo Rerum Novarum gibi genelgeleri ile sosyal adalet vurgusu yapmış ve modern dönemde Katolik Sosyal Öğretisi’nin temellerini atmıştı. Türkiye’deki konuşmalarında Papa Leo’nun XXIII. John ve II. Vatikan Konsiline atıflar yapması da yeni papanın en azından gelenekçilere prim vermek gibi bir yolu tercih etmediğini göstermektedir. Papa olarak ardında nasıl bir miras bırakacağını ise zaman gösterecektir. Bununla birlikte papanın içinden geldiği gelenek olan Amerikan Katolisizminin (tabi ki Kuzey Amerika’yı kastediyoruz) her daim farklı öncelikleri bulunduğunu ve Avrupa’dakinden değişik bir öz algısı olduğunu unutmamak gerekir. Kennedy zamanının kudretli New York Başpikoposu olan ve “Amerika’nın Papası” diye anılan Kardinal Francis Spellmann Vietnam Savaşı ile ilgili Vatikan’ın barış açıklamalarının tersine ABD lehine söylemlerde bulunmasını sorgulayanlara “doğu ya da yanlış, söz konusu olan benim ülkem” diyerek cevap vermişti.  Minneapolis’te 2012 yılında katıldığım bir kongrede III. Vatikan Konsili ne zaman olur? sorusuna ABD’li bir akademisyen rahip “neden I. Şikago Konsili olmasın?” şeklinde cevap vermişti ve aynı kongredeki sunumunda Şikago’dan parlayan bir ışığın oradan çıkıp Vatikan’a geldiği ve oradan tüm dünyayı aydınlattığı bir animasyon göstermişti. Dikkat çekmek istediğim ABD Katolikliğinin kendini Avrupa ve hatta Vatikan’dan daha belirleyici bir konumda görme eğilimidir. Bu eğilimin Papa XIV. Leo’yu ne kadar etkileyeceğini tabi ki şimdiden bilemeyiz, fakat Gazze konusunda açık bir dil kullanmaması gibi hususlar göz önünde alındığında Amerikan siyasetiyle ters düşmemek gibi bir “hassasiyet” gösterdiğini söylemek mümkün. Kaldı ki geleneksel olarak Vatikan-İsrail ilişkilerinin sorunlu olması (bu iki ülkenin birbirini tanıması ancak 1994’te mümkün olmuştur) yeni papanın en çok zorlanacağı konulardan olacaktır.

Tüm bunların ötesinde Vatikan’ın dünya siyasetindeki etkisi elbette tarihteki ile kıyaslanamaz. Avrupa’da geleneksel bir deyim olan Roma locuta causa finita (Roma konuşur ve tartışma biter) artık nostaljik bir ifadedir ve sadece Roma futbol takımının zorlu maçlardaki galibiyeti için spor gazetelerinde manşet olarak kullanılır. Bununla birlikte papa Katolikler için İsa’nın Vekili (Vicarius Cristi) sıfatıyla dünyadaki en kalabalık Hıristiyan nüfusun başındaki kişidir. Onun bir konudaki tavrı tek başına etkili değilse de önemli bir kamuoyu desteği demektir. Ancak papa tek başına her şeye karar veren veya istediğini yapabilecek bir kişi de değildir. Roncalli’nin anılarında “bu nasıl papalık, kimse bana bir şey sormuyor” diye şikayet ettiği etkili ve köklü bir Kilise bürokrasisi vardır. Bir papanın ekstrem bir icraatta bulunması ancak bu bürokrasiyle karşı karşıya gelmeyi göz alacak cesareti göstermesiyle mümkündür.   

Bekir Zakir Çoban

Prof. Dr. Bekir Zakir Çoban Ege Üniversitesi Birgivi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalında Öğretim Üyesi. Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarını Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde tamamladı. Post-doktora kapsamında Bologna’da Fondazione per le scienze religiose Giovanni XXIII’de çalıştı. Minneapolis’te, University of Saint Thomas’ta bir dönem misafir araştırmacı olarak bulundu. Araştırma alanı ağırlıklı olarak Hıristiyanlık tarihi ve papalık olan Bekir Zakir Çoban’ın papalık tarihine dair Geçmişten Günümüze Papalık, Angelo Roncalli’nin biyografisini konu alan Türk Papa, ilk dönem Hıristiyanlığı ile ilgili Yahudilerden Sonra Hıristiyanlardan Önce Hz. İsa isimli kitapları ve Dinler Tarihi alanında yayınlanmış çeşitli makaleleri bulunmaktadır.

Bu yazıya atıf için: Bekir Zakir Çoban, "Papanın Ziyareti Vesilesiyle: Vatikan Devleti, Dünya Siyaseti ve Türkiye ile İlişkiler – Bekir Zakir Çoban" Global Panorama, Çevrimiçi Yayın, 4 Aralık 2025, https://www.globalpanorama.org/2025/12/papanin-ziyareti-vesilesiyle-vatikan-devleti-dunya-siyaseti-ve-turkiye-ile-iliskiler-bekir-zakir-coban/

Bülten Aboneliği

Sosyal Medyada Paylaşın

PDF Kaydedin / Çıktı Alın

Editörün Seçtikleri

Copyright @ 2025 Global Academy. Design & Development brain.work

Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına / yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.

Bülten Aboneliği

Güncellemelerden haberdar olmak için bültenimize abone olun.