Veri Güvenliği Eridikçe, Mahremiyet Silaha Dönüşüyor – Ali Onur Özçelik

31 Aralık 2025
8 dk okuma süresi

Türkiye’de futbol sadece futbol değil; kimlik, aidiyet, hatta çoğu zaman gündelik hayatın en belirleyici parçası. O yüzden büyük bir kulübün başkanıyla ilgili bir soruşturma haberi ortaya çıktığında, işin bir anda mem’lere, ironiye, karşılıklı suçlamalara ve tribün savaşlarına dönmesi şaşırtıcı değil. Son günlerde yaşananlar tam olarak bu. Ancak, bu konu futbol rekabetinin çok ötesine geçerek bir mahremiyet ve veri güvenliği meselesi haline geldiği için bu satırları okurken tribün refleksini ve holiganlığı bir kenara bırakıp, herkes için geçerli birtakım ilkeleri konuşmamız gerekiyor.

Şimdilik kamuoyuna yansıyanlar ve bildiklerimiz şunlar: Fenerbahçe Başkanı Sadettin Saran, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü bir soruşturma kapsamında ifade verdi; Adli Tıp’ta örnek alındı ve yurt dışı çıkış yasağı kararı verilerek adli kontrol uygulandı. Ardından bazı medya kuruluşları testlere ilişkin pozitif iddialarını yazdı; Saran ise bunun doğru olmadığını söyleyip yeniden bağımsız test talep edeceğini belirtti. Bunlar, bir soruşturmanın haberleştirilmesiyle ilgili en doğal başlıklar. Ama Türkiye’de konu çoğu zaman burada bitmiyor. Asıl mesele tam da burada başlıyor. Dosyaya ait olduğu ileri sürülen yazışmalar, özel hayata dair mahrem ayrıntılar, imalar, hedef göstermeler sosyal medyaya düşüyor. Doğal olarak tıklanma ekonomisi de bunu hızla büyütüyor. Dolayısıyla konu bir noktadan sonra, mahremiyetin bir güç tekniği olarak kullanımına dönüşüyor.

Burada tartışılması gereken asıl şey tek başına bir skandal değil. Skandalın kendisinden bağımsız olarak, kişisel verilerin sızdırılması, açığa çıkan kişisel verilerin sosyal medyadaki dolaşım hızı, bu verileri kimin sızdırabildiği ve bunun ne kadar kolay yapılabildiği. Elbette bu ilk defa olan bir olay değil, daha önce de farklı skandallara ilişkin mahkeme kararları avukatlardan bile önce kamuyla paylaşıldı. Yani, herhangi bir hukuki dosyadan (ya da iddianame süreçlerinden) sızdığı iddia edilen içeriklerin saatler içinde milyonların ekranına düşmesi tesadüf değil. Bu, ülkenin mahremiyet altyapısını, hukuk devleti kapasitesini ve en önemlisi bilgi-güç(iktidar) ilişkisini açığa çıkaran turnusol kağıdı niteliğinde.

Bu yazıda altını çizmek istediğim iki önemli konu var: İlki, haberleştirme ile teşhir arasındaki çizgi. Soruşturma haberleri kamu yararı içeriyorsa, gazetecilik bunu izler. Sanırım kimse buna itiraz etmiyor. Fakat kamu yararı gerekçesi, özel hayata ilişkin mahrem verilerin (sağlık, cinsellik, bağımlılık, kişisel yazışmalar vb.) ortalığa saçılmasını otomatik olarak meşru kılmaz. Tam tersine, tam da böyle anlarda ifade özgürlüğü ile mahremiyetin korunması arasında hassas bir denge kurulması gerekiyor. Bu dengeyi somutlaştırmak için de ARTICLE 19’un[1] bağımsız gazetecilere sunduğu çerçeve oldukça öğretici: Kriz anlarında “her şeyi yayımlamak” ile “hiçbir şey söylememek” arasında, kamu yararı, orantılılık, zarar, gereklilik ve hakların birlikte korunması gibi kriterlerle bir muhasebe öneriyor. Elbette bu teraziyi titizlikle kullanan çok saygın gazeteciler de var; hiç umursamayanlar da… Ve maalesef kamuoyunda daha çok görünür olan, çoğu zaman ikinci grup oluyor.

Bu konuda dikkate alınması gereken ikinci husus, gizli bilgilerin yayılmasının siyasal/kurumsal anlamı. Mahrem içerik kamusal alana saçıldığında tartışma genelde ‘kim ne yaptı?’ noktasında kilitleniyor. Oysa sorulması gereken daha temel bir soru var. Bu bilgi nasıl elde edildi, kim dolaşıma soktu ve neden şimdi? Eğer bir ülkede mahrem içerik bir anda ortalığa dökülebiliyorsa, bu sadece etik bir sorun değildir; aynı zamanda siyasal ve kurumsal güç sahiplerinin elinde bir kaldıraç anlamına gelir. Bugün bir kulüp başkanı hedef olur; yarın bir gazeteci, akademisyen, iş insanı, muhalif siyasetçi ya da sıradan bir yurttaş. Bu yüzden konuyu kişilerin özel hayatına sıkıştırmak yerine, daha geniş bir çerçeveye oturtmak gerekiyor. OECD’nin veri yönetişimi ve mahremiyet tartışmaları burada çok önemli bir şeyi hatırlatıyor: Veri artık stratejik bir varlık. Yani yalnızca korunması gereken hassas bilgi değil; aynı zamanda ekonomik ve siyasal güç üretme kapasitesine sahip bir kaynak. Para gibi, altyapı gibi, enerji gibi… Teknik bir konu deyip geçince, meseleyi eksik okumuş oluruz.

Tam bu noktada, Shoshana Zuboff’un The Age of Surveillance Capitalism kitabında çizdiği çerçeveyi hatırlatmak istiyorum. Zuboff’a göre dijital çağda güç, çoğu zaman kaba kuvvetle değil; insanların davranışlarını önceden tahmin etme ve onları belirli bir yöne çekebilme kapasitesiyle kuruluyor. Aslında bu bakış, Steven Lukes’in “gücün üçüncü boyutu” dediği noktaya da çok yakın: Güç bazen karar alıp dayatmakla değil, insanların algılarını, düşünme biçimlerini ve tercihlerini şekillendirerek çatışmanın daha baştan görünmez kalmasını sağlamakla işler; yani itirazın ve şikâyetin oluşmasını bile engelleyebilir. Mahremiyet ne kadar kırılgansa, bu tür bir güç dengesizliği de o kadar büyür: Çünkü veriye ve erişime kim sahipse, çoğu zaman hikâyenin nasıl anlatılacağını—hatta hangi duygunun baskın olacağını—o belirler.

Yukarıdaki anlatılar ışığında, sorulması gereken diğer önemli bir soru şudur: Neden bu tür sansasyonel haberler bir anda ülkenin ana gündemine oturuyor? Çünkü bir ülkede ekonomik ve siyasal tartışma zorlaştıkça, gündem daha kolay duygu yüklü skandallara kilitleniyor; bunu dikkat ekonomisinin siyasal versiyonuna benzetebiliriz. Yani hayat pahalılığı, işsizlik, adalet, kurumların niteliği gibi ağır başlıklar hem çok riskli hem de uzun süreli takip ister. Skandal ise hızlı tüketilir, duyguyu yükseltir, taraf seçtirir, kimlikleri keskinleştirir. Böylece medya da siyaset de toplum da farkında olarak ya da olmayarak, kolay ve yüksek sesli gündemlere kilitlenir. Bunu Daniel Boorstin’in yıllar önce ortaya attığı “pseudo-events” (sahte/üretilmiş olaylar) fikriyle de düşünmek mümkün. Burada baştan planlanmış suni bir olay olduğunu iddia etmiyorum. Ama günümüz kamusal alanında bazı olayların, kendi öneminden çok gösteri değerleri nedeniyle büyüdüğü açık. Haber, giderek olayın kendisinden kopup bir performansa dönüşüyor. Sosyal medya da bu dönüşümü daha da hızlandırıyor: Olay kısa kliplere, klip mem’e, mem kimlik savaşına, kimlik savaşı da gündem felcine dönüşebiliyor.

Bu tabloda asıl tehlike, tek bir kişinin itibarıyla sınırlı değil. Tehlike, toplumun mahremiyet eşiğinin düşmesidir. Mahremiyet eşiğinin düşmesi bir kez normalleşti mi, bir sonraki olayda kişisel veriler daha kolay yayılır. Bir kez eğlence paketine girdi mi, bir sonraki teşhir daha az itiraz görür. Sonunda herkesin hayatı potansiyel bir şantaj malzemesine dönüşür. O yüzden çözümü skandalı konuşmaktan değil, teşhir fetişizmini dağıtmaktan başlatmak gerekiyor. Burada aklıselim insanların ilk adımı şu olmalı: kişisel veriyi koruyan uluslararası omurgayı ciddiye almak. Avrupa Konseyi 108 numaralı sözleşme ve ek protokolleri, kişisel veri korumayı bir lüks değil; demokratik toplumun altyapısı olarak görüyor. Yani savunmamız gereken ilke şu: Mahremiyet, yalnızca bireyin değil; hukuk devletinin ve kamusal güvenin meselesidir. Buna paralel olarak veri yönetişimini, toplumsal güvenliğin ve demokrasinin ayrılmaz parçası haline getirmek gerekiyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi OECD’nin kabul ettiği haliyle, veri stratejik bir varlıksa, onun güvenliği sıradan bir teknik başlık olamaz. Sızdırma kapasitesi artıyorsa, toplumun kendi kendini sansürleme kapasitesi de artar. Bu da demokrasiyi içeriden kemirir.

Sonuç olarak bugün ekranda ve sosyal medyada dönen şey bir skandal hikâyesi gibi görünebilir. Ama bir ülkenin geleceğini belirleyen, skandalın kimin başına geldiği değil; mahremiyetin ne kadar güvende olduğudur. Eğer mahremiyet, gücü elinde tutanların istediği an devreye soktuğu bir araca dönüşürse, kimse gerçekten güvende değildir. Bugün birine, yarın herkese.


[1] Buradaki ARTICLE 19, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ‘ifade özgürlüğü’ maddesinden adını alan, ifade özgürlüğü ve mahremiyet dengesine dair ilke ve raporlar üreten uluslararası bir insan hakları örgütüdür. Tam adı: ARTICLE 19: Global Campaign for Free Expression, websitesi: https://www.article19.org/

Ali Onur Özçelik

Ali Onur Özçelik, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde profesör ve tam zamanlı öğretim üyesidir. Birmingham Üniversitesi’nde Transatlantik İlişkiler alanında yüksek lisansını, Sheffield Üniversitesi’nde ise siyaset alanında doktorasını tamamladı. Çalışmalarında AB–Türkiye ilişkileri, sivil toplum ve ulusötesi aktörler, diplomasi, küresel düzenin dönüşümü ile uluslararası ilişkiler ve yapay zekâ konularına odaklanıyor.

Bu yazıya atıf için: Ali Onur Özçelik, "Veri Güvenliği Eridikçe, Mahremiyet Silaha Dönüşüyor – Ali Onur Özçelik" Global Panorama, Çevrimiçi Yayın, 31 Aralık 2025, https://www.globalpanorama.org/2025/12/veri-guvenligi-eridikce-mahremiyet-silaha-donusuyor-ali-onur-ozcelik/

Bülten Aboneliği

Sosyal Medyada Paylaşın

PDF Kaydedin / Çıktı Alın

Copyright @ 2025 Global Academy. Design & Development brain.work

Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına / yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.

Bülten Aboneliği

Güncellemelerden haberdar olmak için bültenimize abone olun.